İşte sizlere harika bir uygulama! Üstelik bir uzmana, herhangi bir aplikasyona, detaylı ekipmanlara falan da ihtiyacınız yok. Bu uygulama için tek ihtiyacınız gözlerinizi kapatmak ve rahat bir pozisyonda kendinize zaman ve alan yaratmak. Hedeflerinize ulaşmaktan daha iyi ilişkilere, pozitif düşünmeyi benimsemekten sorunlarınıza çözüm bulmaya kadar neredeyse her konuda başvuracağınız bu tekniğin adı “canlandırma”… Yazılarımda birçok konuda ismi geçmiş olmasına karşın bugün birlikte “canlandırma ne şekilde işimize yarıyor ve nasıl uygulamalıyız?”a odaklanacağız. Profesyonel sporcular ve/veya müzisyenler yeni bir hareketi, parçayı öğrenirken bir süre zorlanırlarsa koçları onlardan gözlerini kapamalarını ve bir süre o hareketi veya parçayı başarılı bir şekilde icra ettiklerini akıllarında canlandırmalarını istiyor. En ufak detayına kadar her anı gerçekmişçesine zihinlerinde tekrar tekrar canlandırıyorlar. Hata yaparlarsa nasıl düzelttikleri, heyecanlanırlarsa bunu kontrol altına aldıkları, zorlandıkları yerleri tam da istedikleri gibi yapmayı başardıkları tüm o detayları en ufak bir kas oynatmadan sadece zihinlerinde defalarca pratik yapıyorlar, ta ki baştan sona onlar için kusursuz olana kadar. Sonra koçları hareketi/parçayı bu zihinsel egzersizden sonra tekrar denemelerini istiyor. Bilin bakalım ne oluyor. Çok yüksek bir oranda canlandırmadan önceki performanslarına kıyasla daha iyi sonuç çıkartıyorlar. Dahası da var… Bu zihinsel aktivite sırasında yapılan testler gösteriyor ki, uygulama için gerekli kaslar da kişi hareketsiz durmasına rağmen enerji tüketiyor yani hareket ediyor, gelişiyor. Neden mi? Daha önce de üzerinde durduğumuz bir sebeple: Zihin gerçek ile kurguyu ayırt edemiyor. Düşündüğünüz şeyi gerçek kabul ediyor. Bu nedenle siz hareketsizken bile o hareketi yapacağınız kaslarınıza sinyal gönderiyor. Ama benim kurguyu ayırt edememesi dışında asıl üzerinde duracağım bir yönü daha var canlandırmanın o da –mış gibi yapmanın gücü! İster gerçek hayatta –mış gibi yapın ister zihninizde –mış gibi yapın, bir süre sonra –mış gibi yaptığınız şeye dönüşüyorsunuz. Yani çok güçlüymüş gibi davrandığınızda, çok sabırlıymış, çok neşeliymiş, çok vefalı bir arkadaşmış veya çok profesyonel bir iş insanıymış gibi bunu başarılı bir şekilde yapmak için sınırlarınızı zorluyor ve gerçekten böyle olan insanlar olsa bu durumda ne yapardı diye kendinize sorarak gittikçe o yönünüzün gelişmesine sebep oluyorsunuz. –Mış gibi kısmını elinizden geldikçe gerçekçi bir performansla ortaya koyabilmek için git gide daha da role giriyor, daha da o özelliği benimsiyor, daha da sık tekrarlarla bir takım tepkileri otomatikleştiriyor, kısacası kendinizi rol yapayım derken bir kişisel gelişim serüveninin içinde buluyor, potansiyelinizi yükseltmiş oluyorsunuz. Bu –mış gibi yapma oyununu sadece zihinsel olarak gerçekleştirdiğimizde ise buna canlandırma diyoruz. O çok korktuğun sunumu hiç gerilmeden başarı ile tamamladığını zihninde –mış gibi yapsan? Tam da bir sunum canlandırması olur değil mi? Ya da o çok istediğin, hayalini kurduğun evi alma yolunda geçen aşamaları senden canlandırmanı istesem? Bu nispeten daha gerçekçi bir hayal kurma olurdu diyebilir miyiz? Kısacası “ben nasıl canlandırma yapacağım?” sorusunun cevabı oldukça basit, herkesin kolaylıkla uygulayabileceği bir teknik… Ulaşmak istediğin ama bugüne kadar zorlandığın konu her ne ise onu başarmış olarak kendini hayal et, ve o noktaya nasıl ulaşıyorsun adım adım –mış gibi yaparak zihninde ilerle… Sanırım uygulamanın herkese rahatlıkla uyacağı konusunda hem fikiriz artık sizlerle. Peki bu denli kolay, kısa süren, kişiye yeni bir yöntem öğretmeyen, başka birinin desteğini almadığı, kendine hiçbir şey katmadığı bir yöntem nasıl oluyor da kişiyi başarıya götürüyor acaba? İşte bu tekniğin sırrı da tam bu soruda yatıyor. Çünkü bizler aslında yeterli, tam, bütün, mükemmel varlıklarız. Ancak zaman içinde çevremizden edindiklerimiz ve deneyimlerimiz ile kendimize olumsuz bariyerler inşa ediyor ve kendimizi korumak kisvesi altında bu bariyerleri bir daha asla sorgulamıyoruz. “Ben zaten topluluk önünde konuşamam, benden iyi bir satış elemanı olmaz, ya yine düşersem, ya birisi benimle ilgili kötü bir şey söylerse, ya bu emekleri verip yine de başarısız olursam, kim başarmış ki ben başaracağım, tüm erkekler aldatır, alın teriyle o evler alınamaz”. Bunun gibi bize yerleşmiş birçok kalıp bizi içten içe durduran ve potansiyelimizi ortaya çıkarmaktan alıkoyan birer eleştirmendir ve eleştirmenlerin en önemli özelliği olumsuzu bulup yakalamak ve onu ortaya dökerek yaratacağı zarara karşı tedbirler önermektir. Biz –mış gibi yaparken, hayal kurarken, tam da o harika duyguları hissedeceğimiz şeylerin oluşunu zihnimizde film gibi izlerken, beynimizdeki bu eleştirmen susmak zorunda kalır. Artık olumsuzları değil olumluları aramaya başlarız daha da iyi hissetmek için. Derken olumlulara odaklandıkça korku değil coşku ile şekillenir bir sonraki adımımız ve tedbir yerine alternatiflere odaklanırız. Yani baskı ile gün yüzüne çıkmayan potansiyel özelliklerimiz kendine özgür bir hareket alanı bulur ve kullanıldıkça da bizi gururlandıracak sonuçlarla ödüllendirir bizi. Aklınıza gelmeyenler gelir, gücünüzün yetmeyeceğine gücünüz yeter, olmayan olmaya başlar… Mucize dediğiniz şeyin tanımına benziyor mu sizce de? ☺ KİŞİSEL GELİŞİM EĞİTMENİ S. CEREN YILMAZ
Devamını OkuBir önceki blog yazımda pozitif düşüncenin ne olduğundan, nasıl bir sisteme dayandığından uzun uzun bahsetmiştim sizlere. O zaman bugün de pozitif düşünceyi benimsemek isteyenlere değişik metotlarından bahsedeyim. Ne yaparsam aklıma gelen kötü şeyler yerine pozitif düşünmeye başlayabilirim? Size en etkili 8 teknik! 1. Pozitif düşünme alışkanlığında siz neredesiniz, belirleyin. Yapabileceğiniz en öncelikli şey, her konuda olduğu gibi bu konuda da kendinizi gözlemleyerek tanımak ve anlamak. Bu nedenle kendinize şunları sorarak başlayabilirsiniz; Bir olay-durum ile karşılaştığınızda o olay-durum ile ilgili riskleri, olabilecek kötü senaryoları, dezavantajları, alabileceğiniz önlemleri mi düşünüyorsunuz yoksa o olayın size faydalarını, olursa ne gibi olumlu duygular hissedeceğinizi, oraya ulaşmak için hangi güçlü yönlere sahip olduğunuzu, ne gibi alternatiflerinizin olduğunu mu? Yani siz bir tehdit tarayıcısı mısınız, fırsat tarayıcısı mı? 2. Olumsuz ekleri, kelimeleri, cümleleri bırakın yerine olumlularını tercih edin. Olumsuz düşünce alışkanlığımız tıpkı diğer birçok alışkanlığımız gibi zaman içinde çoğunlukla aile ve çevremizden edindiğimiz bir özelliğimiz. O nedenle olumlu düşüncenin ilk kuralı kendi kendinize bile iletişim kurarken bize öğretilmiş yaklaşımlardan sıyrılmaya çalışmak ve tam bu noktada hipnotik dil kalıplarından yardım istemek. Sebebi ise basit; size “mor bir portakal düşünme” dediğimde düşünme dememe rağmen gözünüzde mor bir portakal canlandı. Yani beynimiz olumsuz eki algılamadı. Buradan yola çıkarak “geç yatma” yerine “erken yat” veya “tembel” yerine “dinlenmeye odaklı” gibi söylemleri tercih etmek zihninizin olumlu çalışmayı öğrenmesi için ilk adım olacaktır. 3. Bakış açınızı değiştirin. Daha önce algı-anlam ve dolayısıyla bunlara bağlı bakış açısının ne denli kişisel olduğundan bahsetmiştik. Kişisel olması deneyimlerimizle doğru orantılı olduğundan yeni deneyimlerle veya eski deneyimlerimiz arasından olumlularını seçmek suretiyle bakış açımızda değişiklik yapabilir, bu değişikliğin olumlu taraflarının tüm düşünce sistemimizi olumlu yönde etkilemesini bekleyebiliriz. 4. Güven alanının sınırlarını tekrar gözden geçir. Güven (konfor) alanı; içinde bulunduğumuz sürece bizi güvende tutmayı garanti eden, sınırlarını deneyim ve öğrendiklerimizle çizdiğimiz alanımızdır. Bu alan içinde kendimizi öyle güvende, tehlikesiz, risksiz ve rahat hissederiz ki değişiklik yapmak aklımıza bile gelmez hatta istemeyiz. Bu alanda yeni bir alışkanlık edinmek gereksiz ve hatta her yenilik gibi risk oluşturma potansiyeli olan girişimlerdir. Bu alanda bilinçaltımız yeniliklere ve gelişime karşı koymaya programlıdır. Güven alanı sınırlarınızı biraz esnetebilirseniz, yenilikleri deneme ve benimseme hızınız da artacaktır. İçsel sabotajcınızın sesini bir miktar kısmış olursunuz. 5. Öğrenilmiş çaresizlik/inanç kalıpları gibi zihinsel bariyerlerinizi fark edin. Zihinsel bariyerleriniz sizi o konuda başka bir alternatifiniz olup olmadığına dair sorgulamadan uzaklaştırır. Bu zihinsel kalıplar adı üstünde olduğu gibi kabullenilmiş, sorgulanamayan ve sizi oldukça kısıtlayan sabitleşmiş kalıplardır. Olumlu düşünmenin en başlıca özelliklerinden biri ise o konuda henüz göremediğiniz yanları fark etmek, avantajları araştırmaktır. Bu zihinsel yaklaşım ise bu özellikle tamamen zıttır. O nedenle zihinsel bariyerlerimizin farkına varmak pozitif düşünme becerimizin önünde duran engeli görmemiz açısından önemli bir farkındalıktır, Üstesinden gelip bariyeri yıkmak ise hem olumlu düşünce alışkanlığınıza hem de hayattaki olumlu deneyimleriniz ve kazanımlarınıza büyük bir katkı sunar. Zihinsel bariyerler de farkındalık ve gerekirse terapötik yaklaşımlar başta olmak üzere destek olarak mantralar da sıklıkla kullanılmaktadır. 6. Etki alanınızı kabullenin. Olumsuzluklarla ilgili etki alanınız çoğunlukla kendinizle sınırlıdır. Yani havaların kötü olmasında şikayet ediyorsanız hava durumunu değiştirme şansınız yoktur değiştirebilecekleriniz hava ile ilgili bakış açınız, hava durumuna göre kıyafet seçiminiz, alabileceğiniz önlemler, hava durumuna göre yaşayacağınız yerin seçimi gibi sadece kendinizle ilgili konulardır. Başkalarının davranışları da etki alanınızın dışındadır. Onları değiştirmeye çalışarak olumlu sonuçlar yakalamayı hedeflemeyin. 7. Eski olumsuz anılarınızı bırakın. Olumsuzluk eskide kalmış bile olsa tekrar tekrar aynı olumsuz anıya odaklanmak, tekrar tekrar o olumsuzluğu baştan yaşarcasına aynı duyguları baştan hissetmek daha önceki yazımda bahsettiğim düşünce ipleri metaforu kullandığım sinapslerin güçlenmesi (kalınlaşması) demektir. Çümkü beynimiz gerçek ile kurguyu ayırt edemez. Siz anınızı da hatırlıyor olsanız o baştan yaşıyor kabul eder kendini. Gözlerinizi kapatıp konsantre olun ve sulu sulu, soğuk, ekşi bir limonu kesip bir parçasını ısırdığınızı hayal edin; ağzınız sulanacak, yutkunacaksınız. İşte bu size beyninizin gerçek ile kurguyu ayırt edemediğinin ispatıdır. 8. Beyninizin özelliklerini avantaja çevirin. Elbette beynimizin gerçek ve kurguyu ayırt edememesinin yararları da var. Olumsuz anılar yerine olumlu anılara odaklandığımızda, tabii olarak kendimizi daha iyi hissetmeye başlayacağız. Psikolojik, sosyolojik ve biyolojik varlıklar olmamızdan ötürü kendimizi iyi hissettiğimizde salgıladığımız hormonlar değişecek ve daha olumlu düşünmeye meyilli hale geleceğiz. Dolayısıyla işin psikolojik boyutunda güzel hayaller kurabilir ya da canlandırma metodunu uygulayabilir, hayatınızda hali hazırda olumlu olan noktalar için şükredebilir, biyolojik boyutunda olumlu düşünceyi destekleyen hormon salınımını arttıracak seçimler yapabilir (düzenli ve yeterli uyku, egzersiz yapmak, çikolata yemek, sevdiklerimize sarılmak gibi) nefes egzersizlerinden yararlanabilir, sosyolojik boyutunda ise olumsuz düşünmeye meyilli çevrelerden kendimizi soyutlayarak pozitif kişilerle iletişime geçebiliriz. Canlandırma başlı başına bir uygulama alanı olarak son yıllarda gittikçe popülermiş olduğundan bu konuya ayrıca değinmekte fayda olabilir diye düşünüyorum ancak vizyon panosu hazırlarken geleceğinizle ilgili olumlu hayaller kurmanın, bu hayallerin sonunda ulaşmak istediğiniz gerçekçi hedefleri belirlemenin ve bunları size hatırlatacak görseller seçerek sıklıkla görebileceğiniz bir yere bu panoyu konumlandırmanın altında yatan sebepleri artık daha net bir şekilde görebildiğinizi düşünüyorum. Pozitif düşünmek için kullanabileceğiniz en etkili yöntemler artık sizinle… Şimdi tek ihtiyacınız olan bu süreçte kendinize zaman tanımak ve adım adım ilerlemek. Her adımda güzelliklerle karşılaşmanız dileğiyle… KİŞİSEL GELİŞİM EĞİTMENİ S. CEREN YILMAZ
Devamını OkuBakmak yetmez, nereden ve nasıl baktığına göre değişir ne göreceğin… “Açı değişirse acı değişir” kıssadan hisse… Ben nereden bakarsam bakayım aynı şeyi görüyorum, acı bir türlü değişmiyor diyenlere bu yazım! Belki bu yazıdan sonra eski gördüklerinizi istemedikçe hiç görmeyeceksiniz! Başlangıçtan da anlaşılacağı üzere tüm konu bakış açısı. Bakış açısı üzerine konuşacağım bugün ama oraya gelene kadar size anlatacaklarım var. Bakış açısını değiştirmesi gerekenlerin çektiği o zorluklar nereden kaynaklanıyor, ne oluyor da kimisi kolaylıkla üstesinden geliyor kimisi bir türlü formülü bilmesine rağmen mutluluğa, huzura diğeri kadar pratik bir şekilde ve söylendiği gibi bir çırpıda ulaşamıyor. “Canını sıkıyorsa, mutlu olmak istiyorsan: Bakış açını değiştir!” Söylemesi kolay, yapması zor bazılarımız için öyle değil mi? O zaman en başından başlayalım bakış açımız nasıl oluşuyor? İnsan içinde bulunduğu her an 2.000.000 bit veri akışına maruz kalır. Yani masada çalışırken, mutfakta yemek yaparken, televizyon seyrederken hatta tabiatta tek başına oturmuş manzarayı seyrederken her an 2.000.000 bit veri bize doğru akar. Biz insanlar ise beyin kapasitemizle doğru orantılı olarak bu verilerin yalnızca %8 ini algılayabiliriz, yaklaşık 164.000 bit veriyi. Yani yeni doğmuş ve daha önce hiç ağaç görmemiş bir bebek bir ağaca bakarken o ağacın yalnızca %8 ini algılar. Nasıl algılar? 5 duyu ile; görerek, koklayarak, duyarak, dokunarak, tadarak elde ettiği %8 veri. Ve bu %8 ‘i beyninde; üstünde “ağaç” yazan bir kutuya koyar ve birçok algıladığı şeyi hatırlamasına (gerektiğinde çağırıp kullanmasına yarayan) raflara yerleştirir. Algıladığı ağacın %8’i, ağacın yani gerçeğin 0 ü olmamasına karşın onun için ağaç eşittir o %8’lik bilgidir. Üstelik daha da ilginci, aynı ortama tüm koşullar tamamen eşit olacak şekilde 10 bebek konulsaydı; her bebeğin algıladığı ağacın %8’i de aynı %8 lik dilim olmayacaktı. Duyularında öncelikli olanlar farklı olduğu için, öğrenme biçimleri farklı olduğu için… Kısacası bilgiyi nasıl edindiğimiz noktasına bakıldığında bile; bebeğin ağaç diye tanımladığı şey oldukça kişisel bir gerçekliktir. Bu noktada algı dediğimiz daha ilk basamakta bile ne oranda değişken bir zemin üstüne diğer aşamaları inşa edeceğimizi görebilirsiniz! Algıladıktan sonra ne olur? Anlamları oluşturmaya başlarız. Burada bebek örneğinden ilerleyecek olursak, yine beyin kapasitemiz ile doğru orantılı olarak her elde ettiğimiz veriyi saklayacak potansiyelimiz olmadığından ağaçla ilgili verilerde eleme yaparız. İleride işinize yarayıp yaramayacağına göre veya o bilginin size acı verip vermediğine göre bazı kısımlarını eleriz. Yani kutuyu açar, içinden bir takım parçaları çıkarır, %8 i daha da azaltır, adına ağaç diyeceğimiz verileri azaltarak kutunun içeriğini güncelleriz. Hayat akarken elbette başka ağaçlarla karşılaşmaya başlarız. Beynimiz genelleme esası ile çalışmayı daha pratik bulduğundan birkaç ağacın verilerini kombine eder, ayrı ayrı ağaç kutuları oluşturmak yerine tek bir ağaç kutusunun içine ağaçlarla ilgili tüm verilerimizi girer, kısaca ilk verileri değiştirir, esnetir, çıkartıp ekleyerek bozmaya başlarız. Bu bozma işlemi elbette olumsuz değil yararımıza bir işlemedir ancak duyular, duygular ve anılar ile gittikçe anlamı daha da kişiselleşen bir gerçekliğe yönelmiş olmamız da kaçınılmazdır. Kısacası beyin kapasitemiz ile sınırlı ve kişisel oluşan algımız, duygularımız ve anılarımız ile gittikçe daha da kişisel olan anlamlarımızı yaratarak ilerler. Bu anlamlardan bir tanesi oldukça sıklıkla yaşadığınız veya oldukça acı vermiş olan bir tanesi ise bu baskın anlam bizim bakış açımızı oluşturmaya başlar. Ağaç örneğinden devam edecek olursak; ağacı ilk algılayan bebekken için yeşil, büyük, sert, çiçekleri olan ve güzel kokulu bir obje iken zamanla çiçekleri olmayan ağaçları da görüp çiçek kısmını öncelik olmaktan çıkarmış olabiliriz. Zaman içinde kimi ağaçtan arkadaşlarımızla meyve toplarken eğlenmiş kimi ağaçtan ise düşmüş, düştüğümüz için bacağımızı kırmış ve tüm yaz arkadaşlarımız eğlenmeye devam etmişken biz evde yalnız bir yazı üzülerek geçirmiş olabiliriz. Diğer çocuklar için ağaç “eğlenceli bir şey” iken bizim için “zarar veren bir şey” olabilir. Çok doğal olarak eğlenceli ve zararlı bulduğumuz şeylere yaklaşımımız ise birbirinden oldukça farklıdır. Gördüğünüz gibi deneyimlerimizle ve o deneyimlerden edindiğimiz duygularla bakış açımızın olumlu veya olumsuz belki de tam zıt iki noktada bile olması mümkündür. Kısacası bu derece kişisel bir zeminde ilerleyen bu süreçte sonuç da oldukça kişisel bir gerçekliktir. Ve bu kişisel bakış açısı (değişebilir-değiştirilebilir-sabit olmayan!!!) sizin nasıl karar vereceğiniz, davranacağınız, nasıl sonuçlarla karşılaşacağınız gibi bugün hayatta birebir karşılaştığınız birçok konunun temelini oluşturur. Özet olarak ağacın sadece “zararlı bir şey” olmadığını kendimize hatırlatıp ve mümkünse benimsediğimiz bakış açımızı ağacın “eğlenceli bir şey” olduğu noktasına taşıdığımız anda; ağacın yanından geçerken gözümüze gelen düşüş sahnemizin bizde yarattığı korkunun, yazı yalnız geçirmekten duyduğumuz üzüntü ile zaman içinde kök salan yalnızlık korkumuzun, ağaca tırmanmadığımız için bizimle dalga geçilmesinin, tatillerde yeşil değil mavi ağırlıklı lokasyonlar tercih etmemizin ve daha nice sabitin ve sabitlerin yarattığı zorlanmaların önüne geçmiş, daha esnek, uyumlu ve haz içinde, gerçekten özümüzün istediklerini yerine getirebileceğimiz hayatlar yaşama şansı yakalarız. Özünüz size yok ben ağaç sevmiyorum derse yine ne ala… Ama hiç olmazsa ezbere değil gerçekten kendinize uygun seçimler yapmış olursunuz. Bu özgürlüğe hayır diyebilir misiniz? KİŞİSEL GELİŞİM EĞİTMENİ S. CEREN YILMAZ
Devamını OkuSosyal medyada sizlerle sıklıkla konuştuğumuz konulardan pozitif düşünce, psikoloji, yaklaşımlar… Bu konuda yapabileceğimiz uygulamalar baya zengin. Yeri geliyor Instagram’da mantra oluşturmaktan, vizyon panosu tasarlamaktan bahsediyorum, yeri geliyor Youtube’da canlandırma ve şükür metotlarını anlatıyorum. Bu mecralardaysa ilginç bir ikilem gözlemlemeye başladım. Bu konularla ilgili bir bölünme var adeta; ya bu uygulamaları birer mucize-sihirli değnek gibi görüp uygulamadan sonra çaba harcamaya gerek görmeyecek kadar gözde büyütmek ya da bu uygulamaları birer pollyannacılık yaklaşımı olarak görüp fayda sağlamayacağını düşünerek küçümsemek… Pozitif düşünce; pozitif psikolojinin temelini oluşturan bir düşünce sistematiğini zamanla alıştırmalar yapmak suretiyle kişinin benimsemesini sağlayarak hayat kalitesini arttırmayı amaçlayan bir düşünme metodudur. Pozitif düşünce alışkanlığı doğru öğretilerle benimsendiği ve uygulandığında hayata olumsuz hiçbir etkisi olmadan sadece olumlu kazanımlar sunar. Bu koca koca cümlelerden de göreceğiniz üzere hiçbir sihirli tarafı yoktur, yoğun bir emek ister ve olumlu kazançlarınız olur; yani yukarıdaki terazinin iki kefesine de yakın olmayan apayrı bir alışkanlık edinme sürecidir. Bu süreci elimden geldiğince “pozitif düşünmek nedir ki?” diyenlere açıklamaya çalışayım… Zihnimizden geçen her bir düşüncenin resmini çekebilecek olsaydık, karşımıza çıkacak görüntü; beynimizde nöron adı verdiğimiz sinir hücrelerinin birinden diğerine bağ kurmak için attığı ince bir ip (sinaps) olarak gözlemleyebilirdik. Yani 5 duyumuzu her kullandığımızda edindiğimiz verilerden tutun da (elma kırmızı, sert, tatlı vb görme-dokunma,tatma vb.) deneyimlerimizden gelen duygulara, bu duyguların bizde yarattığı fikirlere kadar her düşünce formu beynimizde o ince ip olarak yerini alır. Aynı şeyi ne kadar sıklıkla düşünürsek o ip gittikçe kalınlaşır. Ve bir ip (düşünce bağı-yolu) ne kadar kalınsa yeni bir düşünce için beynimiz alışılagelmiş yolu kullanmayı tercih eder. Düşüncenin bu 3’lü aşaması bizim için oldukça önemli ve kritik sonuçlar doğurur. Sebebi ise insanların duygu-düşünce-davranış zinciri sonucu aksiyon alan canlılar olmasında yatar. Bakış açımız ile algıladığımız şeye karşı ne hissediyorsak bu duygu bizde bazı düşüncelerin canlanmasına ve o doğrultuda karar almamıza sebep olur ve bizde o düşünce-karar doğrultusunda harekete geçer davranış sergileriz. Tekrar eden düşünce kalınlaşıp sıklıkla tercih edilen alışagelmiş yaklaşıma dönüşüyorsa bu demektir ki; bir bakış açısını uzun süre benimsemek sabit fikre (o açıdan başkasını kabullenememeye), bir duyguyu uzun süre hissetmek bir duygu duruma ( köpek görünce korkmak yerine genel olarak korkak olmak gibi), bir düşünceye uzun süre tutunmak ise inanç kalıbına (bu şarkıyı güzel söyleyemedim, şu an başaramadım değil ben başarısız biriyim gibi) dönüşür. Sonucunda ise tüm bu alışkanlık olmuş zincirde çıktı olan davranışa baktığımızda karşımıza benzer durumlarla karşılaştığında sürekli aynı tepkileri veren biri çıkar ki; biz buna karakter diyoruz. Hayatınıza dönüp baktığınızda ise şikayet ettiğiniz, değiştirmek istediğiniz kısmın genellikle çıktı olan davranışlarınız veya başkalarının davranışları olduğunu fark edeceksiniz! Bakış açısı-duygu-düşünce-davranış parçalanamaz sabit bir zincir ise, davranışı değiştirmek istediğinizde baş vurulacak yegane nokta bakış açınız olacaktır bu durumda öyle değil mi? İşte tam da bu noktada ister A açınızı B ile değiştirmek, ister olumsuzu olumluyla değiştirmek olsun prensip aynı: “KALIN İPİ KULLANMA İNCELSİN, O SIRADA KULLANMAK İSTEDİĞİNİ SIK SIK TEKRAR ET KALINLAŞSIN”. Pozitif düşünce yaklaşımını benimsemenin ve bu konuda başarıya ulaşmanın sırrı işte bu kadar basit. Yeni yaklaşımı hangi metotla olursa olsun sık sık tekrarla ki alışkanlığın seni eskisine doğru çekiştiremesin. Yenisi otomatikleşsin. Pozitif düşünce prensibi sık tekrar edilmesi gereken bir egzersiz süreci olduğundan bu konuda ulaşabileceğiniz teknikler de elbette çok çeşitli ve zengin. İster “ben başarılıyım” mottosunu günde 100 kez tekrar edin, ister çok başarılı olacağınız bir yılın görsellerinden her an görebileceğiniz bir kolaj yapın, ister başarılı olduğunuz anı adım adım hayal edip o coşkuyu hissedeceğiniz canlandırmalar yapın, ister hipnotik dil kalıpları kullanıp olumsuz kelimeleri kendinize yasaklayın başarısızlık gibi hepsinin amacı gördüğünüz gibi aynı… Bir düşünce alışkanlığını size unutturup yenisini kazanmanızı sağlamak. Bir alışkanlığı bırakıp yenisini kazanmak isteyenler ise çok iyi bilir; bu işin sihirle değil azimle çabalamakla ilgisi vardır. Mucizeye değil, tekrara dayanır. Eğer yeterince süre istikrarınızı korursanız sonucun küçümsenecek hiçbir tarafı yoktur. Öncelikle kendinizle gurur duyarsınız sonra kazanımlarınızla… KİŞİSEL GELİŞİM EĞİTMENİ S. CEREN YILMAZ
Devamını OkuÇaresizim evet, hem de nasıl… Ama sizin bildiklerinizden değil benim çaresizliğim. Benimki birçok kez yapılabilecekleri düşünüp uygulayıp sonunda; “demek ki bu konuda benim elimden bir şey gelmiyor, çaresi, çözümü yok bu derdin” diyebildiğim çeşidinden değil. Benimkisi hiç denemememe rağmen, çözümleri denemeye cesaret bile edemememe rağmen çare bulunamayacağına adı gibi emin olmak. Eminim evet, hem de nasıl… Ama sizin bildiğiniz emin olma durumlarından değil benimkisi… Hiç sorgulanmamasına rağmen, içimden bir sesin bana hiç duymadığım kadar net ve güçlü yapamazsın deyişi… Belki siz de içerilerde, derinlerde bir yerlerde duyuyor olabilir misiniz böyle bir ses? İşte tam da bu çaresizlik için belirlenmiş bir isim var; öğrenilmiş çaresizlik. Çünkü öğrenmişsinizdir bu çaresizliği bir yerlerden; geçmiş deneyiminizden veya öğrenmeye açık olduğunuz birinden. Üstelik alan ayırt etmez bu çaresizlik; sağlığınızdan inancınıza, mesleğinizden evliliğinize her yere sızabilir, kendini gösterebilir… Örnekler vererek ilerlersek belki daha rahat fark edebiliriz bizim içimizden gelen cümleler ile ne kadar benzeştiğini hissettiğimiz çaresizliğin. “Evladım o nasıl ses borazan gibi, tamam belli senden sanatçı olmayacak, dalga geçerler başkasının yanında çıkarırsan bu sesleri, aman ha!” Var mı ebeveynlerinizin veya öğretmenlerinizin böyle eleştirileri hafızalarınızda? “Sesin kötü”, “spora hiç kabiliyeti yok bu çocuğun”, “matematiği rezalet, bilmem ki nasıl başarılı olacak ileride”, “işi gücü aylaklık, sorumluluk deyince ara ki bulasın, gir odasına bir bak allah aşkına”, “tek bildiği futbol, yeter ki bize bir faydası dokunmasın, oynasın dursun”… Ya da başka bir başka versiyonu bu öğretilerin “kızım sen ne anlarsın kek yapmaktan, git ödevlerini bitir hemen”, “aman oğlum sen daha küçüksün, para pul işlerini beceremezsin, babası sen gidiver markete”, “maşallah benim çocuğuma, nasılda yakıştı bu kıyafet, sen böyle hoş göründükçe zeki olmasan da olur”, “tiyatro okursan aç kalırsın, sonra bana anne-baba para deme!”, “ah evladım allah bahtını, şansını açık etsin de, karşına güzeller güzeli, temiz kalpli bir eş çıkarsın”. Bu; çaresizliğe bizi kaptıran cümlelerin iş hayatı versiyonları da mevcut elbette… “Ben de çok istiyorum senin o pozisyona yükselmeni ama o kadar çok aday var ki, piramit sistemi biliyorsun, o rekabete dayanabilecek misin?”, “ekonomi o kadar kötü ki işverenler düşük maaşa daha çok beceri barındıran kişileri işe alıyorlar artık, kimse vazgeçilmez değil, aman zam istemeye kalkma sakın”, “son sunumda sen kendin söylüyordun heyecanlandığını, zorlandığını”, “sen İngilizceyi nerede öğrendin?”, “dil kabiliyet işi”, “bir kur kendi işini de o zaman göreceğim ben seni, bakalım bu kadar hevesli olabilecek misin faturalarını ödeyemezken de?”, “aman ne yap ne et, yeni iş bulmadan ne sen çık ne seni çıkarmalarına müsaade et, ekmek aslanın ağzında…”, “yaratıcılıkla hayalperestlik farklı şeyler”. Kendi deneyimlerinizin sonucu sizin kendinize fısıldadığınız şeyler de olabilir elbette. “denedin ticareti bir kere, aldın ağzının payını”, “sen kim müdürlük kim, daha çaycıya laf dinletemiyorsun sen”, “ben başarılı bir sunum yapamam, sesim kısılır, ya ayağım takılırsa”, “satış bana göre değil, mendil bile satamıyorum ben daha”, “şansım yok ki benim bu olsun” Gördüğünüz gibi rol modellerinizin, yakınlarınızın, fikirlerine önem verdiklerinizin, sevdiklerinizin, sevilmek istediklerinizin; kısacası ebeveynlerinizin, yöneticinizin, takım liderinizin, akraba, dost ve arkadaşlarınızın, eşinizin, sevgilinizin hayat ile veya sizin ile ilgili fikirleri sizin çaresizliğiniz olabilir. Daha yolun başında şanssız, yeteneksiz, yetersiz, çirkin, sıradan, başarısız, sorumsuz, akılsız, pis, hayalperest ve daha nicesi olduğunuzu benimseyerek, hiç denemeden ya da en azından yeterince denemeden, oldurma yollarını araştırmadan, hatalardan ders çıkaracak fırsatı bile kendinize tanımadan pes etmeyi ve kaybetmeyi kabullenir halde bulursunuz kendinizi. Üstelik içiniz de rahattır ta ki vakit çok geç olup “eğer deneseydim ne farklı olurdu?” diye kendinize sorana kadar… Ne farklı olurdu aslında siz de çok iyi biliyorsunuz… Siz bambaşka olurdunuz… Dolayısı ile hayatınız, koşullarınız, inancınız, bakış açınız bambaşka olurdu… Dolayısı ile alternatifleriniz, gideceğiniz yollar, seçimleriniz, kararlarınız bambaşka olurdu… Karşılaştığınız insanlar, deneyimleriniz, tüm mutlu ve mutsuz anılarınız bambaşka olurdu. Yani bugüne kadar gelmiş kötü her şey kadar güzel her şey de farklı olurdu. O yüzden pişmanlığa kapılmadan, çok da geç olmadan o sesleri duyar duymaz hatırlayın onların “öğrenilmiş olduğunu” ve isterseniz kulak dolusu değil, takvim dolusu yaşamayı tercih edebileceğinizi…
Devamını OkuUçağa bindiğimizde o meşhur anonsu hepimiz biliyoruz. “Eğer kabin basıncında bir düşüş yaşanırsa, sarı oksijen maskeleri üst tarafınızda bulunan tavan kompartımanından açılacaktır. Korunmak için maskeyi kendinize doğru çekin, maskenin lastiğini başınızın arkasına geçirin ve burnunuzu ve ağzınıza oturacak şekilde sıkın. Oksijen maskenizi önce kendinize, sonra çocuğunuza takın.” Son zamanlarda bende bu anonsu sokaklara taşıma isteği var… Ulaştırabildiğim kadar çoğuna ulaştırma. Çünkü kimle yolum kesişse şikayetçi değişen zamandan, sosyal medyanın kişiyi bireysel yapışından, menfaatçi yaklaşımlardan, eski samimi iletişimleri bulamamaktan, bencilleşen eşinden, dostundan, evladından, şirketinden; yani dünyadan… Kişisel olarak durum bu mu diye soracak olursanız bana, elbette hayat koşullarının zaman içinde değiştiğini gözlemlememek mümkün değil. Evet; sosyal medyanın, kapitalizmin, medyanın, yeni gelen kuşakların hayatımızda devrim, savaş, birlik olarak tekrar var olmak zamanlarından farklı etkileri var kaçınılmaz bir biçimde. Hiç şüphesiz ki Osmanlı imparatorluğu dönemi bir kayıkçıya 60’ları göstersek, o da nice serzenişlerde bulunurdu; değişimin kişinin, toplumun güven alanını zorlayabildiği gerçeği ışığında… Ama bencillik? Menfaatçilik? Olan biten bu iki kelime ile özetlenebilir mi acaba? Geçinmek konusunda sıkıntılar yaşayan bir birey, iş hayatında maaşının artması için açılacak yeni pozisyonu kapabilmek adına - bırakın diğer potansiyel adayları – kendi standart davranışlarının bile dışına çıkabilir mi? Trafikte sabah 2, akşam 3 saat harcayarak başka hiçbir şeye zamanın kalmamış şekilde evine ulaşan biri mümkün olsa her gün hazır sofraya oturmak isteyebilir mi? İşini zamanında tamamlamış olsa bile, küçülmeye giden firmasında piyango ona çıkmasın diye fazladan mesaiye kalan arkadaşınız randevunuzda sizi 1 saat bekletebilir mi? Bir önceki evliliğinde mal varlığının yarısını kaybeden ve hala borçlarını bitirmeye çalışan sevgiliniz size hediye almakta temkinli davranabilir mi? Dakikada kaç müşteri aldığına göre performansı değerlendirilen bankadaki veznedar boşta olmasına rağmen saat tam 13.30 olmadan sıradaki müşteriyi almamakta ısrar edebilir mi? Onun sevdiği konular ile ilgili zaman geçirebilmek için günde yarım saat ayıramadığınız çocuğunuz yemekte bile telefonunu elinden düşürmüyor olabilir mi? Evet, elbette olabilir. Hatta haklısınız çoğumuzun hayatında bu örneklerden baya var. Ama benim bu senaryolarda gördüğüm bencillik ve menfaatçilik değil. Daha doğrusu bunlar yalnızca senaryoların çıktıları. Benim gördüğüm ise yorgunluk, tükenmişlik, güvensizlik, sevgisizlik, endişe, korku… Hayallerini bırakın faturalara yetişemeyen birinin yarına dair endişesi, sevildiğini hissetmeyen bir çocuğun bunu dışarda arayışı, hayat standartlarının altında ezilen birinin tükenmişliği, önceki deneyimlerinin sızısı bile geçmemiş birinin güvensizliği… Ve bunların sonucu kişinin kolaya kaçması, kestirme ve hızlı çözümler aramaya başlaması, hoşnutsuzluğunu belli etmeye çabalaması, kendini kollaması, olduğundan daha hırçın davranması ve daha nice versiyonları… Zamanın bunda etkisi var mı derseniz, muhakkak. Ülke ekonomisi, sağlık koşulları, artan trafik, tüketici toplum algısını, politik stabilite eksikliği, toplumsal aidiyet ihtiyacı, can sağlığı güvenliği vb. elbette etkili. Her biri bu aşamaya gelmeye sebep yaratabilecek önemli faktörler, doğru. Fakat ne oluyor da savaş zamanı can güvenliği olmayan, açlık sınırında, hiçbir koşulun ideal diye tanımlanamayacağı zamanlara dair bir şikayet değil de bu, şuanın sorunu? Her ne kadar çevremizin çok bencil olduğunu, bizim fedakar taraf olduğumuzu savunsak da; çoğumuz “sadece ben” diyoruz bu hayatla başa çıkma stratejisi olarak. Artık sevgi duymadığımız eşimiz ile çocuğumuz için diyerek devam ederken, arkasından başkasına çekiştirsek de arkadaşımızın yüzüne gülerken, işimizin şartlarından her gün yakınsak da yeni alternatifler aramazken, karşı tarafın içinde bulunduğu durumu düşünmeden kendi durumumuz ile ilgili onu suçlarken… Kısacası biz o anonsu yıllar içinde güzelce ezberledik. Ama sadece ilk yarısını… Biz maskeyi önce kendimize takma kısmında oldukça ustalaştık sizin anlayacağınız. Ama ya sonrası? 50 yıl öncesi ile bugün arasındaki fark tam da bu olabilir mi? KİŞİSEL GELİŞİM EĞİTMENİ S. CEREN YILMAZ
Devamını OkuDuyduk duymadık demeyin, işte beklenen sihirli küre kapınıza kadar geldi. Hanımlar, beyler, kaçırılmayacak bu fırsatı ayaklarınıza seriyorum. Bir almayan pişman bir de diğer almayan bu küreyi. Bu öyle bir küre ki bir kere sahip olduğunuzda bir daha bırakmak istemeyeceksiniz. Üstelik karşılığında ücret falan da talep etmiyorum. Sadece basit bir kuralı var bu kürenin uymanız gereken. Yalnızca bu kürenin içinde yaşayabilirsiniz. Ama korkmayın; o kadar büyük, o kadar konforlu ki, alıştıktan sonra dışarıyı özlediğinizi bile hatırlamayacaksınız. Üstelik şeffaf bu küre, yani dışarıda olup biteni güvenli bir mesafeden daima görebileceksiniz. Bu küre sizi ne olursa olsun koruyacak. İçerideyken hiçbir zorlukla karşılaşmayacak, hiçbir durumda kendinizi kötü hissetmeyeceksiniz. Gördüğünüz gibi her şey sizin için, sizin güvenliğiniz için. Eee… Ne dersiniz, ister misiniz?Ne oldu? Bu sessizliğin, çekimserliğin sebebi nedir acaba? Müthiş bir teklif değil mi? Hatta o kadar müthiş ki sizde bu veya benzeri bir küre hali hazırda zaten var desem, inanır mıydınız? Şeffaf ya, orada olduğunu unutmuş olabilirsiniz, haklısınız. Haydi gelin kapatın gözlerinizi el yordamı ile bulalım tekrar. Kim bilir belki sonrasında sihirli küremi isteyip istemediğinizi tekrar düşünürsünüz. Başlayalım mı? Sizce en kestirme yol, bildiğiniz yol sözü doğru mudur? Aman ne gerek var şimdi o yeni restoranı denemeye, gidelim alıştığımız yere der misiniz? Ya da “çok gülen, çok ağlar” mı sonunda acaba gerçekten? Buldunuz mu deneyimlerinizi, geldi mi elinize?Kendimi iyi tanırım ben, gelemem öyle ukala, kararsız, aceleci, cahil, bencil vb. insanlara, yıpratıcı, sömürücü, zorlayıcı vb. işlere, belirsiz, tarzım olmayan, karmaşık olaylara gibi söylemleriniz var mıdır kendi içinizde? Yılların emeği var bugün ki halimde, yılların yorgunluğu, çilesi… Tamam artık budur, beğenmeyen gelmesin diye düşünür müsünüz? Peki, bu da karakteriniz değil mi şuan elinizde hissettiğiniz? Ben denedim ona benzer bir şey, olmadı, boşa zorlamanın, zaman kaybetmenin anlamı yok. Herkes yapamazsın derken bir bildikleri vardır kesin, demek ki benim göremediğim bir şeyler var. Hiç risk almayayım. Başaramazsam rezil olurum. O senin dediklerin hayallerde, filmlerde olur, gerçek hayatta olmaz öyle şeyler. Bu cümleler nasıl? Var mı size yakın çağrışımlar? O zaman şimdi elinizin altına gelenler öğrenilmiş çaresizlikleriniz ve inanç kalıplarınız değil mi? Bulduklarınızla hatırladınız mı yerini kendi güvenli kürenizin? Nelerden yapıldığını, sınırının nereye kadar uzandığını görebildiniz mi? Böyle bir fanus yaratmak için sebepleriniz var mı? Elbette. Hepimiz huzurlu, mutlu, güvenli bir hayatın hayalini kuruyoruz. Çok doğal bu isteklerimizin olması. Ama açıp gözlerinizi çevrenize baktığınızda; gördükleriniz hayalini kurduğunuz hayat mı, yoksa o hayale ulaşmaya hala biraz mesafe var da, siz yorgun, canı acımış, kırılmış ve biraz daha adım atmaya ürken, korkan bir halde misiniz? Cevabınız evet ise; tebrikler, nur topu gibi bir güven alanı yaratmışsınız kendinize. O nedenle sizin benim vereceğim küreye hiç ihtiyacınız yok, sizin ihtiyacınız olan “denemek”. İnanın hepimiz korkuyoruz, inanın hepimiz güvende olmak istiyoruz. Ya biri bize bu güveni sağlasın ya da ben kendimi kapatıyorum ihtimallere, dışarıya, akan hayata diyecek kadar istiyoruz hem de. Ama hayallerimize de ulaşmayı kurguluyoruz, iç çekiyoruz bir taraftan da. O nedenle tek yol “denemek”. Önce “yeni” kelimesi ile barışarak başlayabilirsiniz örneğin denemeye. Sonra tüm acılarınızın aslında size olumlu özellikler kazandırdığı, güçlendiğiniz, geliştiğiniz, büyüdüğünüz; dolayısıyla, dün başa çıkamadıklarınızla bile bugün çıkabileceğiniz gerçeğini fark ederek devam edebilirsiniz. Dünün hayal kırıklıklarına ve yarının korkularına zihninizde ayırdığınız parçaları küçültüp bugüne daha fazla yer verebilirsiniz. Geçmişinizde ne kadar olumsuzluklar vardıysa bir o kadar da güzellikler, mutluluklar olduğunu hatırlayabilirsiniz. Yaşamda o fanusun içindeyken bile aslında ne kadar da çok kontrol edemediğimiz, etki edemediğimiz nokta var gözden geçirebilir, mutluluğun anların, anıların toplamı olduğunun güzelliğine tanık olabilirsiniz. “Risk” kelimesini tamamen kucaklayamasanız bile eğitimli tahmin olgusu ile yakınlaşabilir, “garanti” ütopyası ile vedalaşabilirsiniz. Önceden hazırlığın, planlamanın kıymetini bilerek gelişebilecek tehditler, engeller, aksilikler kadar hayalinize gidecek alternatif yolların da peşine düşebilirsiniz. Derken bir bakmışsınız; 1 saatlik uçuş yerine 10 saat araba kullanmaktan kurtulmuş, çalışırken de keyif alınabileceğini deneyimlemiş, hep hayalini kurduğunuz gibi çocuğunuzu bahçenizden toplanmış domates ile beslemiş, evden bile çıkmaz, ilk merhabada zorlanırken, tekrar güvenemem ki diye düşünürken, hayatın sizi seven kişi ile birlikte ne kadar mutlu olabileceğini hatırlamış olursunuz. O adımı atmaya değer mi sizce? Bence kesinlikle değer! KİŞİSEL GELİŞİM EĞİTMENİ CEREN YILMAZ
Devamını OkuYabancı korku filmlerinin çoğunda dikkatimi çeken bir sahne vardır. Filmin bir noktasında karakter bir yol ayrımına gelir, mutlak bir karar vermesi gereklidir. En çok istediği şey karşılığında ruhunu şeytana satarak hayallerinin keyifli dünyasına adım atar. Derken zaman içinde yaptığı anlaşmanın şartları vuku bulmaya başladıkça bin bir pişmanlık, öfke nöbetleri, korku içinde geri dönüş çabası, yeni alternatifleri arama telaşı sarar malum kişiyi… Sizin böyle bir dilek hakkınız olsaydı ne dilerdiniz? Size böyle bir anlaşma sunulsa kabul eder miydiniz? Ya da kabul ettirecek koşullar neler olurdu? Benzetmemi mazur görün ama üniversite sınavına giren öğrencilerin durumunda paralellik görüyorum çoğu zaman ben. İlk başta sınavı kazanmanın o yaşta bir kişi tarafından istenilebilecek en büyük, en yüce dilek olduğu yanılsaması her nasılsa sarar o döneme giriş yapmış gencin çevresindekilerin fikirlerini. Bitmek tükenmek bilmeyen fiziksel enerjilerine, sonsuz heyecanla bezeli meraklarına, hayata karşı neredeyse vurdumduymaz sanılan pozitifliklerine, kendilerine, yaşıtlarına ve aşka dair doludizgin sorgularına rağmen; her nasılsa, bir sınavın sonucunun daha hayati olduğu algısına ulaşmış zihniyetler beklenir bu gençlerden. Tıpkı filmi seyrederken, daha önce şeytanla hiç karşılaşmamış o kişinin anlaşmanın sonucunu nasıl olup da göremediğini düşünerek küçümsediğimiz o andaki gibi adeta… Daha da ötesi, bu genç neyi, nasıl isteyeceği konusunda da oldukça muğlak bir durumdadır. Yani bu şeytandan istenecek, karşılığında her şeyin gerektiğinde feda edileceği dilek nedir? Mühendis olmak… Avukat olmak… Henüz avukat kim, mühendis nerede çalışır, grafik tasarım da nesi bilmezken bu körpe aday adayı; bir de tüm bunlar için mevcut hayatında zevk aldığı deneyimle sabit tüm birikimlerini de hiçe saymak durumunda kalır. Birilerinden duyduğu övgüler ve gereklilikler listesini karşılayan mesleğini seçmiş olan kurban; yıllarını vereceği bir maratona girip, o anın içinde çağrıştırdığı güdüleri de gelecek bir yaşama gömüp, şimdinin heveslerinin onsuz büyümesini ve ileriki hayatında ona bir beden küçük kalmamasını umut ederek atar imzasını sessizce anlaşmanın altına.İçinden gelenleri şiddetle susturmak için çırpınıp, kendisine ne şekilde sonuçlar doğuracağını bile anlayamadığı bir hedef için soluksuz koşmaya başlayan genç, o veya bu şekilde girer başkalarının işaret ettiği kapıdan içeri. (Bunun olmadığı senaryolar da var malum ama oraya hiç girmeyeceğim bu seferlik.) Girer de ne olur? Asıl buradan sonrası hüsran… Kendisine hiç hitap etmeyen, koşullarının kendisi ile uyumlu olmadığı, odaklanmaktan zevk almadığı, kişiliği ile denge kuramadığı ve hatta değerleri ile çarpışan koca bir geleceğin varlığını görme anı… Anlaşmanın koşullarının vuku bulmaya başladığı o an kısacası… Tam da buradan sonra başlayan hayata karşı bıkkınlık, sisteme öfke, kendine güvensizlik, hayal kırıklığı, ümitsizlik, inançsızlık sonucu depresif, keyifsiz, dengesiz, huzursuz, mutsuz, tatmin olmayan hayatlar… Ve küçük bir kısmında geçen zamanı ve emekleri hiçe sayarak tekrar baştan başlama cesareti… Eğer yukarıdaki cümlelerden bazılarına kendi hayatınıza bakarak hak verip kafa sallıyorsanız, bu çocuğunuzun geleceği için kurduğunuz hayal olamaz diye düşünüyorum. Yukarıdaki durumların herhangi bir kısmını deneyimlediyseniz, duyguların hiç olmazsa bazılarını hissediyorsanız, evladınız için dilekleriniz bu döngü olamaz… Bu döngüyü kırmanın yegane yolu ise; çocuğunuzu tanımak ve kendi olmasına izin verirken ona alan yaratmak. Değerlerinin oluşmasına, huylarının şekillenmesine, tutkularının belirmesine alan yaratmak… Kim olduğunu bilen, ne istediğini ayırt eden, istediği için sorumluluk alabilen bireyler olmasında ihtiyaçlarını gözlemleyerek destek olmak. Nelerden keyif aldığını bulabilmesi için yeni deneyimler yaşamasına fırsat sağlamak, duygularını bastırmak yerine paylaşmaya teşvik etmek, eleştirmek veya pohpohlamak yerine çabayı takdir etmek, müdahale etmek, yönlendirmek yerine rol model olmak. Elbette bu yaklaşımın ülkedeki üniversite sınavı koşullarını - en azından çocuğunuzun deneyimleyeceği süreye kadar – değiştirmesi garantisi yok. Ancak çocuğunuzun tercih yapma, karar verme ve sorumluluk alma sürecini kökten etkileyerek sonuçta hayata karşı memnuniyetini sarsıcı şekilde değiştireceği kesin. Sanırım biz ebeveynlerin gün sonunda içinden en sık geçirdiği cümle de “O mutlu olsun da gerisi önemli değil” değil mi? KİŞİSEL GELİŞİM AĞİTMENİ, ACC SIDIKA CEREN YILMAZ
Devamını Oku“Uyumak”; ne güzel kelimedir o… Tam da ihtiyacınız olduğu anda rahat yatağınız, puf puf başınızı içine gömebileceğiniz yastığınız, istediğiniz şekilde dolanabileceğiniz, yumuşacık ve sıcacık yorganınız, içinde rahat ve huzurla kendinizi bırakıp dinlenip yenilenebileceğiniz cennetiniz. Hepimiz öyle ya da böyle seviyoruz bu vazgeçilmez ritüeli, ihtiyacımız da var kaldı ki. Ama ya uyanmaya, uyanmaya ne kadar ihtiyacımız var sizce? Uyanmak ne kadar iyi hissettirir, ne kadar yeniler, arındırır ve dinlendirir bizi sizce?Tahmin ediyorum ki uyanmaya değecek bir şey var ise hayatınızda, “o şeye” ulaşmak veya “onu” güzelleştirmek, iyileştirmek için yapacaklarınız konusunda durdurulamaz bir istek varsa içinizde, “ona” zaman ayırmaktan keyif alıyorsanız ve tüm bunların gerçekleşmesi için uyanmanız gerektiğinin ve o yataktan kalkarak işe başlandığının bilincindeyseniz bir güç sizi harekete geçiriyor. Siz de başlıyorsunuz bir hareketi diğeriyle takip ederek ilerlemeye. İlerledikçe iyi hissetmeye, iyi hissettikçe yeni birine dönüşüp yenilenmeye, yenilendikçe eskilerden elemeler yapıp arınmaya ve ulaştığınızda istediğiniz noktaya; kendinizi takdir edip dinlenip tadını çıkarmaya. Hatta bu işten karlı çıktıysanız veya karlı çıkacağınıza yürekten inanıyorsanız, başlıyorsunuz, o çok sevdiğiniz, rahat, güvenli ve huzurlu hissettiğiniz uykunuzdan bile vazgeçmeye, daha kısa uykuları tercih edip uyanmanın önemini anlamaya.Aman yanlış anlaşılmasın “uyku kötüdür” mesajı vermek değil asla bu yazının amacı. Onun da kıymetini iyi biliyoruz. Yaralarımızı onarmada ve iyileştirmedeki gücünü bir kenara atamayız elbette. Ama uyanmaktan bahsederken uykuyu bir kenara koymak da mümkün olmuyor haliyle. Siz de eminim onaylarsınız; kişinin içindeki uyanma isteğini yaratacak amaçlar bir tarafa, insanı uyandığına pişman edecek tekrar başını yastığın altına gömmek isteyebileceği uyandırma metotları da var nihayetinde. Sarsmak, bağırmak, su dökmek, alarmı uzaklaştırarak kişinin işini zorlaştırmak, olduğundan çok daha geçe kalındığı haberi ile şoklamak, “aman ne halin varsa gör, ben işime bakıyorum” ibareleriyle işi küslüğe, bıkkınlığa taşımak ve daha neler, neler… Pekiyi siz nasıl uyandırılmak isterdiniz? Uykunun sizin için gerekli ve önemli olduğunu, o esnada ne kadar huzurlu ve güvende hissettiğinizi bilen biri tarafından mesela? Ama uyanmanızın da külfetli görünmesine rağmen sizin için ne kadar büyük katkısı olduğunu hissetmenizde payı olabilecek biri? Size usulca yaklaşan, sizi anlayan, ne kadar çok uyuduğunuz konusunda sizi suçlamayan veya yapmanız gerekenlerin listesi konusunda sizi dürtmeyen, onun yerine uyandığınızda ne kadar iyi gözüktüğünüzü söyleyebilecek biri olabilir mi? Ben yatakta bir 10 dakika daha geçirip kalkmak istiyorum dediğinizde sizi zorlamayan, 10 dakika geçince istediğiniz zamanın geçtiğini size hatırlatacak biri mesela? Önünüzde engellerin çıkacağı ihtimali varken size günün güneşli olduğunu vurgulayan, ayağınızı yere koyduktan sonra gerisinin geleceği konusunda sizi motive eden biri olsun mu bu kişi? Zorlandığınız, isteksiz olduğunuz sabahlarda bir önceki günü, bir önceki uyanışı ve getirdiği güzellikleri anımsamanıza yardımcı olacak biri? Bu güzelliklere ulaşırken ki sizi size hatırlatabilecek biri? Olsun tabii. Kim olmasın, istemem der ki. Ama üzücü bir haberim var, böyle bir uyandırma servisi yok. Daha doğrusu, şu şekilde ifade edeyim; fiziksel bir uyanma için böyle bir hizmet yok. Ancak manevi bir uyanmaya, diğer bir değişiyle farkındalığa ihtiyacınız varsa, veya ihtiyacınızın ne olduğunu bile kestiremiyor ama bir şeylerin ters gittiğini fark ediyor ve değiştirmek istiyorsanız, bunu kendi başınıza değil size eşlik edebilecek biriyle yapmayı tercih ediyor ama eşinizin dostunuzun sizi sarsarak, bağırarak, yargılayarak, zorlayarak uyandırmaya çalışması tam tersi etki yaratıyorsa; size harika bir haberim var: GÜNAYDIN. İşte bana sürekli sorulan; “koçluk da neymiş?” sorusunun cevabı budur. Koçluk tam da istediğiniz şekilde uyanmanıza yardımcı olacak bir uyandırma servisidir. Siz uyanmanın size faydalı olacağına inanıyorsanız, o zaman ben perdeyi usulca aralıyorum, “Günayyyydıııınnnn”.
Devamını OkuNe zaman yolum bir ilişkisi olmasını isteyen ama henüz aradığı kişiyle tanışmamış biriyle kesişse, serzeniş hep aynı; “Nerede o eski ilişkiler ahhh? Şimdi nerdeeee öyle babam gibi, annem gibi, leyla ile mecnun gibi, anneannemin zamanındaki gibi temiz, saf, güzel bağlılıklar… Zaman çok değişti…” Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Hiç şansımız kalmadı mı mutlu bir ilişki yaşamaktan yana? Beklentilerimizi zamanın standartlarına hızla adapte edemezsek yalnızlığa mahkum muyuz? O tam da istediğimiz gibi ilişkiler hayal mi artık sadece? Ben bir sinema meraklısı olarak, 7. Sanatın tıpkı sanatın diğer dalları gibi zamanın değişimlerinden sıklıkla etkilendiğini ve bu anlamda zamanın ve üretildiği-sunulduğu toplumun gerçekliklerini büyük ölçüde yansıttığını düşünmüşümdür. Malum ilişkiler dediğimizde de konu oldukça sübjektif olabiliyor; sizin ebeveynlerinizin ilişkisiyle benimkilerinki, sizin deneyimlerinizle bir başkasınınki oldukça farklılık gösterebiliyor. O yüzden filmlerden yola çıkarak bu soruya cevap bulmaya çalışayım izin verirseniz. Romantik film düşkünü biriyseniz sizin için bu açıdan yaklaşmak, benim örneklerimi çeşitlendirmek daha da kolay olacaktır eminim. Gerçek veya kurgusal ama nihayetinde insan yapımı hikayelerden türeyen filmler… Yaşadığımız zamana ve topluma baktığımızda – sadece duyduklarımdan çıkarımlardır ve Türkiye’nin her noktasında eş oranda geçerli değildir – ilişkiler; artık çok daha yüzeysel, kısa süreli, belli ihtiyaçların karşılanmasına odaklanmış, tek eşlilik, bağlılık, ilgi, destek gibi unsurları bünyesinde tarafları tatmin edecek oranda barındırmayan, gelecek vadetmeyen, emek-zaman ayırmaktan yoksun, özveriden yana isteksiz ve sabır-yapıcılık yönünden eksik ilişkiler olarak özetleyebiliriz sanırım. Zamane ilişkilerinin tüm bu özelliklerinin her biri için bir takım rasyonel nedenleri de peşin sıra ortaya dökmek mümkün. Teknolojinin gelişmesi ile insanların birbirine daha az ihtiyaç duyar hale gelmesi, çalışma şartlarının ağırlaşması ile zaman kısıtlamaları, internet ile yükselen bireyselcilik akımı ve böyle uzar gider. Ama tüm bu şikayetlerin sebebi zamanın getirdiği değişimler mi yoksa tüm zamanların ortak paydası mı acaba bu özellikler yer yer? Bundan çok da eski olmayan bir tarihe gidelim 2008’e. Issız adam hepimizi “hıh işte benim ilişkim de aynen böyle” dedirtecek tespitlerle karşılaştırmıştı. Duygusal yakınlık kurmaktan yana isteksiz birinin fiziksel yakınlık üzerine uzun süredir yürüttüğü ilişki çizgisinin duyguların işin içine girmesi ile tamamen değişmesi. Bu alelacele fiziksel yakınlaşmalar ve yakınlaşmaların ağırlıklı olarak fiziksel seviyede kalması günümüzün en büyük şikayetlerinden sanırım. Meselenin bir türlü duygusal ve “ciddi” boyutlara taşınamaması, gelecek vadetmemesi. Pekiyi, bu durumu zamanın değişiklikleri mi yarattı yoksa önceden de var mıydı bakalım. Yıl 1982, Müjde Ar İffet filminde başrolde, hatırlayabildiniz mi? Müjde Ar mahalledeki bir delikanlıya gönlünü kaptırır, delikanlı da karşılık verir. Müjde Ar evlenene kadar beklemesi gerektiğini bilir. Delikanlı bu durumu pek de onaylamaz ama kaçırmayacak oranda duygusal şiddetten de geri durmaz. Derken bir gün piknikte cebren ve hile ile birlikte olurlar. Delikanlı evlilik vaatlerini kısa bir süre daha devam ettirdikten sonra Müjde Ar’dan uzaklaşır. Şimdi hatırlayabildiniz mi filmi? Sizce 80’lerin filmi, yani anne babalarımızın evliliklerini gerçekleştirdikleri bizim özendiğimiz o zamanlar uygulamada bir takım toplumsal farklılıklar taşısa da özünde büyük benzerlikler taşıyor olabilir mi? Tarık Akan’ın Gülşen Bubikoğlu’nun peşinden koşması artık mazide kalmış bir yaklaşımsa 2004 Notebook filmi de insan yapımı değil mi? Aradan geçen 30 yıla ve kültürel farklılıklara karşın birileri bu ihtiyacı hissederek-gözlemleyerek-anlamlandırarak ortaya koymadı mı bu örneği? İster büyüklerinizin “seni istemeyeni sen de isteme” laflarına maruz kalmış olun, ister 2009’un “Erkekler ne söyler, kadınlar ne anlar” filmini seyretmiş olun çıkan sonuç; “seven sevdiğini öyle ya da böyle belli eder, kendini kandırma” demek değil mi sizce? Bugün sabah programlarında denk gelinen nice “ilişki uzmanı”nın önerileri, Bir erkek 10 günde nasıl kaybedilir filmi ile çok fazla ortak başlık taşımıyor mu sizce de?Bana kalırsa azımsanmayacak oranda benzer ilişkiler aradan yıllar yıllar geçmiş olsa da… Elbette zamana ayak uyduran üslup değişiklikleri var ama temelinde fark göremiyorum ben neredeyse. Birini sevdikten sonrası zamansızlaşıyor bence… İster 200 yıl önce, ister dün birini sevmek olsun konu, sonuç hep aynı; o kişi ile ilgili yoğun bir merak alıyor sizi, onunla daha fazla zaman geçirmek için sınırlarınızı zorlamaya başlıyorsunuz, o kişiye sadece fiziksel değil her anlamda yakın olmak için can atıyorsunuz, onu mutlu etmeye çabalıyor, varlığını takdir ediyorsunuz. Bugün çevremdeki, ister 50 yıl önce ilişkilerine adım atmış, ister birkaç senedir beraber çiftlere bakayım, sevgi varsa değişen pek bir şey yok. Tıpkı sevgi yoksa da ilerlemenin çok benzer olduğu gibi. Hala kendimizi tanımadan ilişkiye atılmak bize hüsran getiriyor 1999 Kaçak Gelin gibi, hala ilişkilerimizde sorunlar her ilişkide neredeyse benzer paternlere sahip 2019 Marriage story örneğindeki gibi, hala Eat, Pray,Love’ da olduğu gibi bir ilişkiyi bitirdikten sonra belli bir süreç gerekiyor bizlere yeniden başlamak için, hala ayrılmak hafızamızı sildirmek isteyecek kadar acıtıyor canımızı Eternal Sunshine tarzında… Ama takvim hangi yılı gösterirse göstersin, birini sevince ister alışılmışın dışında beklentileri olsun ( Grinin 50 tonu) ister bir arada olmamızın önünde bir sağlık engeli (İncir Reçeli) biz yine de bir yolunu bulup onu ömürlük yapma çabamızdan vazgeçmiyoruz. Bu durumda; siz eskisi kadar sevgiye açık mısınız? Belki de hepimizin kendine sorabileceği soru budur, ne dersiniz?…
Devamını OkuPsikolojik alanlara, spiritüel konulara ilgisi olanların oldukça aşina olduğu bazı ibarelerden bahsedeceğim bugün… Blokaj, fitre, inanç kalıbı, düşünsel engel, negatif bloklama, olumsuz çapa… Tanıdık geliyor değil mi sizlere. İşin ilginç tarafı hangi yaklaşım olursa olsun, her birinde ortak olarak var olan olgulardan bir tanesi bunlar. Yani kendinizi, kendinizle ilgili sorununuzu, hayatınızla ilgili memnuniyetsizliğinizi nereden ele alırsanız alın, yol sizi belli bir zaman sonra getiriyor benim tabirimle inanç kalıplarına. Psikoloji denildiğinde en sevdiğim ilk 3’e girebilecek konulardan biri benim de inanç kalıpları. Kendimde, karşıma çıkan herkeste, filmlerdeki karakterlerden, okuduğum kitaplardaki kahramanlara, aklımızda yarattığımız hayali figürlerden, iç sesimize kadar istisnasız her düşünen varlıkta tanık olduğum bir ortak nokta adeta. Bu denli yaygın olmasına rağmen özellikle kişinin kendisi için baya sinsice gizlenen, kolay kolay iyice rahatsız edilmeden ortaya çıkıp ben buyum demeyen, o yüzden kişiye derinlemesine nüfuz etmiş önemli başlıklardan. Ne menem bir şeydir bu inanç kalıpları diyecek olursanız biraz açıklamaya çalışayım. Şimdi sıralayacağım cümleleri şöyle bir gözden geçirmenizi istiyorum zihninizde, tanık olmuşluğunuz var mı kendinizde yada maruz bırakılmışlığınız başkası tarafından? “Şişman kadınlar çirkindir, erkekler aldatır, kaçan kovalanır, başarısızlar sevilmez, ne kadar ekmek o kadar köfte, para parayı çeker, düşenin dostu olmaz, kadınlar güçlü erkek sever, hayat adil değil” Daha sayayım mı? Sanırım gerek kalmadı, anladınız mevzuyu… Bunların hepsi yalan, çizin üstünü diyemem; elbette doğru oldukları durumlar var hayatta, sonuçta binlerce saniye içinde akreple yelkovan da 22 kere üst üste denk geliyor ama ya sorgusuz kabul? İşte bu görüşleri birer inanç kalıbına hatta bizim için prangalara döndüren nokta burada başlıyor. Biz hayattaki deneyimlerimizden ve başkalarının bize aksettirdiklerinden sonuçlar çıkarıp kendimizce doğru ve yanlışları oluşturuyoruz. Bu oluşumlar bir sonraki olay için bize daha erken analize, daha istikrarlı kararlara, daha yerinde davranmaya zemin hazırlıyor. Bir sonraki olayla bazı tespitler daha eklenerek oluşumumuz gün geçtikçe olgunlaşıyor, değişim ve gelişim geçirerek tabiri caizse “güncellenmiş yeni versiyonu” oluşuyor. Eğer biz bir olaydan sonra veya belli sayıda olaydan sonra bir noktada yeni gelen olayı analiz etmeyi bırakıp stoktan yemeye başlarsak işte bu inanç kalıbına dönüşümü başlatıyor ve o kalıbın yerini de iyice sabitleyip güçlendiriyor. Bu ne anlama geliyor bizler için? Ne var bunda yani, işte kişiliğimiz kararlarımız oturmuş olmuyor mu böylelikle veya herkes söylüyorsa vardır bir bildikleri? Hayır, ne yazık ki öyle olamıyor. Hayat sürekli, an be an değişen bir döngü içindeyken biz yerimizde saydığımız için gerçeklikle aramız açılmaya başlıyor. Olayları olduğu gibi algılamada zorlanıyor, tam da bu nedenle alternatifleri fark edemiyor, fırsatları kaçırıyor hale geliyoruz. Bir olayı bir diğeriyle birebir aynı kabul ediyor ve bir öncekindeki değişkenleri sabit kabul edip yeni durumdaki farkları hesaba katmaya zahmet göstermeden karar verip harekete geçiyoruz. Bu da genelde ya durumla örtüşmeyen bir karar, ya yerinde olmayan bir davranış yada hatta hiç hareket edememe ve durum karşısında felç olma halini yaratıyor. Yukarıdaki cümlelere bir daha göz atmanızı rica edeceğim. Fazla kilolarınız yüzünde kaç kişiyle konuşmaktan vazgeçtiniz? Bütün erkekler aldatır düşüncesiyle ilişkinizde kaç kere şüphe yaşayıp karşı tarafa yansıttınız ve tartıştınız? Çok para için çok çalışmak lazım diye düşünüp kaç kere maaşınıza zam istemeden size verilene razı geldiniz? Para parayı çeker diyerek hayalinizdeki girişimi gerçekleştirmek yerine kaç gündür/aydır/yıldır sevmediğiniz işi yapıyorsunuz? Şimdi daha net mi inanç kalıplarının sizin kendi ayağınıza geçirdiğiniz prangalar olduğu gerçeği? Atmak ister misiniz onları bir kenara? KİŞİSEL GELİŞİM EĞİTMENİ, PCC S. CEREN YILMAZ
Devamını OkuNe çok kızıyoruz ama insanlara… Çevremizde veya tanımadan karşımıza çıkanlarda ne kadar da bizi rahatsız eden özellik var değil mi? Kimisi buluşmaya geç kalır, kimisi verdiği sözü tutmaz, kimi saygısızca davranır, kimi bencilce, kimi fazla umursamazdır, kimi fazla üstünüze düşer… Vardır ama hep kızabileceğimiz bir huyu o “başkalarının”. Ee sonuçta geç kalmak ayıp, saygısızlık kabul edilemez, bencili kim ne yapsın… Haklıyızdır da hani kızgınlığımızda. Pekiyi ne oluyor da sizi kızdıran davranış bir başkasını etkilemiyor sizin kadar? Aradaki fark nereden kaynaklı sizce? Elbette değerlerimizin rolü bu başlıkta oldukça büyük. Yargısızca yetiştirilmenin sonucu başkalarına karşı açık olabilme becerisinin de etkisi var. Olduğu gibi kabul edebilmeyi öğrenmek de seçeneklerden biri. Biz yine de bugün biraz daha derine inelim. İşin çok daha basit ve temelde bir noktasına… Şimdi bana izin verirseniz sizden çok rahatsız olduğunuz son zamanlardan bir olay hatırlamanızı rica edeceğim. Kimdi sizi rahatsız eden, ne yaptığında kızdınız, rahatsız oldunuz, “yok olmaz ama böyle” dedirtti size? Şimdi bunu olabildiğince bir karakter özelliği olarak tanımlamaya çalışın. Zorlanacağınızı çok sanmıyorum, egonuz çoktan yapıştırmıştır bir etiket o kişiye şimdiye kadar. Neydi o huyu sizi rahatsız eden? Sorumsuz muydu, bencil mi, dağınık mı, ilgisiz mi? Geldik en önemli kısma! Bir bakar mısınız lütfen bu özellik sizde de mevcut mu? Yani acaba siz de başka açılardan ilgisiz, sorumsuz veya dağınık olabilir misiniz? Karşınızdaki size bir ayna görevi gördüğünden rahatsızlığınızın kaynağı bu olabilir mi? Yok ben sorumsuz, ilgisiz, dağınık vb. değilim demeyin hemen, kendinize bir şans verin. Acaba tüm bu özellikleri başkasına değil de kendinize uyguluyor olabilir misiniz? Başkalarına karşı sorumlu ama kendini boş vermiş olabilir misiniz mesela veya evinizde düzeni bu kadar istemenizin sebebi içinizdeki karışıklık ve dağınıklık olabilir mi? Hatta dahası siz çok sorumlu, düzenli, ilgili olmaya çaba harcarken yorulup tükeniyor ve başkalarının yorulup tükenmemesine güceniyor olabilir misiniz? Sözün kısası tüm bunlar başkalarıyla ilgili değil de sizinle ilgili yansımalar olabilir mi başkaları üzerinden? Aklınızda bir ışık yakabildiyse, belki de diyorsanız; müjde! Buradan sonrası işin keyifli kısmı. Eğer insanlara gösterdiğimiz tepkiler onlarla değil de bizimle ilgili ise; onların bize gösterdiği tepkilerin kaynağını da fark edip “ama o benim için böyle dedi” tasasından azat olmanız an meselesi, bu bir. İkincisi, Debbie Ford’un “Işığı Arayanların Karanlık Yanı” kitabından harika bir cümle; “Bugün olumsuz diye nitelendirdiğiniz tüm huylarınız aslında doğru zamanda, doğru miktarda, doğru şekilde kullanılmamış birer potansiyel güçlü yanınızdır.” Yani ufak bir ayarlamayla içinde bulunduğunuz durumdan çıkmaya “belki de” diyerek başladınız bile. Son olarak da; bir şekilde bu farkındalık ile hepimizin birbirinden farklı ama yine de eşsiz, bütün ve olduğu gibi mükemmel olduğunu özümsemeye ve kendinizi de bu yolda daha da fazla sevmeye olan engellerden biri daha yolunuzdan çekildi. Bu yeni farkındalığın tadını doya doya çıkarmanızı diliyorum, ben öyle yapıyorum. Huyumu seveyim… S. CEREN YILMAZ, PCCKişisel Gelişim Eğitmeni
Devamını OkuBirçok sıkıntı ile karşı karşıya kalıyoruz hayatımızda… İş yerindeki problemlerimiz, aile içi anlaşmazlıklar, ekonomik ölçütler, sağlığımızdaki iniş çıkışlar. Pekiyi bunların ne kadarı gerçek? Şunu belirtmek isterim ki bu sıkıntıların büyük bir bölümü bizim zihnimizin ürünleri. Gerçekten karşılaşılan zorluklarla bizim zihnimizde sorun ve zorluk olanlar, olabilecekler arasında ciddi bir uçurum var. İşte anda olmak, anda kalmak’ta tam olarak bu noktada devreye giriyor. Dün, bugün ve yarın zinciri içinde yaşarken; çoğu zaman dün başımıza gelenler, onlardan çıkardığımız sonuçlar, yarın için hayaller ve gerçekleştirme yolunda karşımıza çıkabilecekler bizim düşüncelerimizin büyük bir kısmını oluşturuyor. Tüm bu düşünceler haliyle duygulara dönüşüyor; üzüntü, pişmanlık, hayal kırıklığı veya endişe, korku, öfke gibi… Son olarak da davranışlarımıza etki edip doğal olanın dışına çıkarak farklı aksiyonlar almamıza, ya da hiç aksiyon alamamamıza sebep oluyorlar. Eee davranışlar tam olarak şu an gerçekleşen çıktılarsa ve bunlar dünün kırgınlıkları ve yarının şüpheleri içinde şekilleniyorsa bu anı nasıl etkiliyor sizce? Dün ve yarının karışımı bir çıktıyı aslında tam olarak şu anda hayata geçiriyorsak anı yaşamak nerede? Anı yaşamıyorsak hayatımızı tam olarak gerçekten yaşadığımızdan, amacımızı yerine getirdiğimizden ne şekilde emin olabiliriz ki? Hayatı yaşamanın merkezinde “an” var sözün kısası… Şu an ne olup bittiği, dünden ve yarından bağımsız olarak tam içinde bulunduğun anda içinde bulunduğun olaya karşı ne hissettiğin, ne düşündüğünde. 10 yıl önce yağmurda ıslanıp nasıl da hasta olmuştum yerine şuan yağan yağmur bende ne uyandırıyorda. İlk ilişkimde aldatılmıştım, erkeklere güvenemem yerine karşımdaki kişi bana ne oranda güven hissi aktarabiliyorda. Bu şartlar altında birçok kişi işten çıkarılıyor, elimdeki işe odaklanmak yerine yeni bir iş arayayım yerine, şuan ki durumumu iyileştirebilecek neler yapabilirimde. Kendimi tükenmiş hissediyorum yerine, vücudumda neler oluyor, ne hissediyor, ne düşünüyorumu kendine sorup yargısızca cevapları dinlemeye, gözlemlemeye çalışabilmekte.Söylemesi kolay tabi, ama yap denildiğinde yapılmıyor ki diyorsanız; çok haklısınız. Çünkü dediğim gibi tüm bunlar zihnimizde olup biten döngüler. Ve zihin ne kadar uzun süre aynı tarza bağlı kalırsa onu o kadar benimsiyor, bir o kadar da güvenilir, sağlam, en kısa yol ilan ediyor. Yani kendinizi bu hale getirmek için çok emek verdiniz, malum değişim için de emek ve zaman gerekiyor.İşte anda kalmak konusunda size yardımcı olacak… Madde. Bu yolu takip ederken zaman içinde göreceksiniz ki bir bakmışsınız eski yolların yerine yenilerini öğrenmişsiniz, üstelik ayağınız da alışmış, eski yolu unutmuşsunuz bile. ACELE ETMEYİN Dediğim gibi diğer yolları inşa etmeniz yıllarınızı aldı. Acelecilik sizi başarısız olduğunuz, işe yaramayacağı gibi düşüncelere iterek motivasyonunuzu düşüreceğinden sürece çelme takacak yaklaşımlardan biri. Aynı zamanda acele etmek bir taraftan da anda olmadığınız, gelecek için endişe ettiğiniz anlamına gelir ki bu ancak eski alışkanlığınızı pekiştirmektir. DİKKAT DAĞITICILARI FARK EDİN Günümüzde anda olamamamızın önemli sebeplerinden biri de sürekli dikkat dağıtıcılarla beraber yaşıyor olmamız. Alışkanlığınızı pekiştirene kadar öğrenme aşamasında yapacağınız çalışmalarda kendinize ait bir zaman aralığı ayırıp telefonunuzun sesini kısıp çevrenizden sizi bir süre yalnız bırakmalarını rica etmekte hiçbir sorun yok. Odaklanma sorununu aşamadığınız sürece kendi sesinizi duyma olasılığınız gittikçe düşecektir. Bana kalırsa hepimiz günde 15 dakikayı kendimize ayırmayı hak ediyoruz. KENDİNİZİ DİNLEMEYİ ÖĞRENİNAnda ne olup bittiğini fark edebilmenin en önemli noktası kendinizi duymaya başlamaktır. Burada kastım sadece zihninizdeki sesleri, düşünceleri duymak değil. Sizinle sürekli iletişim halinde olan tüm duyularınızı dinlemeye başlamak. Şu an bulunduğunuz ortamın kokusu nasıl, yediğiniz yemeğin tadı nasıl, sizce nelerden oluşuyordur o yemek? Çevrenizdeki seslerde neler var? Araç sesi, çocuk ağlaması, müzik? Vücudunuzda neler olup bitiyor? Ağrıyan bir yeriniz var mı? Kaşınan, sıcak veya soğuk olan? Teninizde hissettiğiniz bir rüzgar, nem? Aç mı hissediyorsunuz? Ayaklarınızın altında ne var halı mı, taş mı, nasıl bir his veriyor size? Yumuşak, soğuk, rahat, rahatsız? Pekiyi nasıl duygular var içinizde, bu duygular sizi nasıl görüntülere götürüyor? Hangi düşünceler akıyor zihninizden? Bunların hepsini müdahale edip değiştirmeye ya da derinleştirmeye çalışmaksızın sadece ve sadece gözlemleyebilir misiniz? Bu kendinizi dinleme ve hatta tanıma konusunda sizi çok başka noktalara taşıyacak, sözünü verebilirim. MEDİTASYON YAPIN Sadece hayatın akışında değil, özellikle bu alışkanlığı kazanmaya başladığınız ilk zamanlarda meditasyon sizin en yakın dostunuz, öğretmeniniz olacak diyebilirim. Yukarıda bahsettiklerimizi sadece hayatın akışında değil hatta başlarda meditasyon ile yapmak size farkındalık anlamında oldukça yararlı bir disiplin kazandıracak diyebilirim. Nefesinizi takip ederek birkaç dakika geçirerek başlamanız bile sizin geçmiş ve gelecekten koparak anda ki bir duruma odaklanma becerinizi önemli ölçüde geliştirecektir. DUYGU ve DAVRANIŞ ARASINA MESAFE KOYUN Duygusal zekanın neredeyse tanımı olan bu durumu belli bir meditasyon süreci ve alışkanlık kazanma çabası arkasından yapmaya başlamak, hazırladığınız zemin üzerinde yeni alışkanlığınızı hayata geçirmenizi kolaylaştıracaktır. Çevrenizi, kendinizi anda kalarak gözlemleme becerisini edindikten sonra artık duygu, düşünce ve davranış zincirimizi de gözlemleyebilecek noktaya varırız. Burada ilk olarak olumlu durumlar ile başlamakta fayda var. Sizi mutlu eden, neşelendiren, keyif veren bir durum karşısında reaksiyonunuzu göstermeden yani davranışa geçmeden kısa bir süre durun ve bu duyguyu size neyin hissettirdiğine, bu düşüncelerin altında ne yattığına kısaca bir göz atın. Eğer bu da zor geliyorsa başlarda olay olduktan sonra ufak bir süreyi bu çalışmaya ayırarak kendinizi alıştırabilirsiniz. Ardından zor olaylardaki tepkilerinizi incelemeye koyulun. Göreceksiniz ki bir süre sonra bu tepkilerin altında ne kadar büyük bir kısım geçmişle ve gelecekle ilgili. Bunların ayrımını yapmaya başladıkça anda kalabilme beceriniz de gittikçe yükseliyor olacak. Anda kalmanın tadını yakaladığınızda geçmişe çok da takılmayacağınız için bu yazıyı da belki unutmuş olacaksınız. ☺ Unutmayanlar olursa güzel sonuçlarınızı dört gözle bekliyor olacağım. S. CEREN YILMAZ, PCCKişisel Gelişim Eğitmeni
Devamını OkuBugün size birkaç soru öbeği göstermek istiyorum. Hemen aşağıda göz atabilirsiniz… Bana bunu nasıl yapar? Ben bunu hak edecek ne yaptım? Bunu ondan beklemezdim… Bendeki sorun ne ki bana bunu yapabildi? Onda bir sorun var ki bana bunu yapabildi! Nasıl bir insan bunu yapabilir? Bu benim başıma nasıl geldi? Nasıl güvenebildim böyle birine? O bunu yaptıysa başkası ne yapmaz? Bu da yapılır mı? Pes… Bu cümleler size de tanıdık geliyor mu? Sanırım hepimiz hayatımızda en az bir kere bu sorularla zihnimizi meşgul edecek bir durum ile karşılaştık. Karşımızdakinden gördüğümüz davranış sonucu; önce şok olduk, şaşırdık. Sonra kabullenemedik, inanamadık böyle bir şeyin olacağına, bizim başımıza geleceğine. Bırakın başkalarını kendimize bile itiraf edemedik başımıza gelenleri. Sakladık, inkar ettik. Daha sonra da “niye” kısmı içimizi kemirdi durdu. Sebebine, içimize sinen bir yanıt bulamayınca da ya kendimizde bulduk hatayı ya karşı tarafta. En son aşamada da bir daha bu üzüntüyü yaşamamak adına aldık kendimizi koruma altına; yeri geldi insanlara güvenimizi feda ettik, yeri geldi özgüvenimizi, yeri geldi geleceğe dair hayallerimizi ve inancımızı, hatta neşe ve coşkumuzu… Peki bizi bu noktaya getiren aslında ne idi? Hepimiz ister özek hayatımızda, ister iş hayatımızda hoşumuza gitmeyen, bizi rahatsız eden durumlar karşısında yukarıdaki aşamalardan geçiyoruz aşağı yukarı. “Hoşumuza gitmeyen” kısmı olayın bizdeki algısı ve büyüklüğü; yani bakış açımız, deneyimlerimiz, değerlerimiz, yetiştirilme tarzımız sonucu oluşan kişiliğimiz ile doğrudan bağlantılı elbette ama benim özellikle değinmek istediğim nokta; karşılaştıkları durumdan aynı oranda rahatsız olan iki kişinin ulaştıkları sonucun, hayatlarına devam etme şekillerinin, etkilenme oranlarının bambaşka oluşu. Peki ama nasıl? Değerleri aynı, durumdan algıladıkları aynı, çıkardıkları anlamlar aynı iki kişi düşünelim. Biri kısa süre içinde yaşananların üstesinden gelip hayatına kaldığı yerden devam edebilirken, diğeri kalıcı şekilde değişecek kadar etkileniyor olan bitenden. O zaman aradaki fark ne? Affedebilmek… Karşısındakini, kendini, hayatın işleyişindeki gerçeği ve onun sana düşen payını affedebilmek… Çokça tekrarlanan bir kelime bu son zamanlarda. Artık adımız kadar aşinayız ama uygulamakta zorlanıyoruz, hatta kimimize imkansız geliyor. Unutmak, sabır, kabullenmek, anlamak, boş vermek, iyi tarafından bakmak, kişiye kazandırdıklarına odaklanmak gibi birçok benzetme ve avantajdan bahsedildiğini de duyuyoruz ama olmuyor, olmuyor. Bazen direnmesek, istesek bile olduramıyoruz. Olduramıyoruz çünkü oldurmak için ihtiyacımız olan anlamak, anlamlandırmak. Bunu gerçekleştiremedikçe takılıp kalıyoruz aslında o anının, duygunun içinde ve gittiğimiz her yere, her zamana ve her kişiye de taşıyoruz yanımızda. Bu durumda neyi anlamak, nasıl anlamak bize iyi gelecek? Karşı tarafın kim olduğunu anlamak; bu davranışa gelene kadar ki deneyimlerini, birikimlerini, hayatını ve bakış açısını anlamak. Kendimizi anlamak; bu davranışa bu denli içerlememizin altında yatanları. Hayatı anlamak; içinde bütün renkleri barındırdığına şahit olmak ve her rengi sevmesek de orada olduğu gerçeği ile yüzleşmek. Böylelikle ulaşacağınız sonuç, gelinecek nokta yaklaşık olarak aşağıdaki iskelet yapısına sahip olacaktır. “Bu kişi bana bunu yaptı ama ben onun yolundan gelen, onunla aynı kişi olsaydım ben de aynısını yapacaktım çünkü ona göre normali, doğrusu, tabii olanı, içinden geleni bu yaşadıkları yüzünden. Ben ise buna böyle bir reaksiyon veriyorum ama benim yerimde başkası olsaydı aynı reaksiyonu vermeyebilirdi. Benim bu oranda incinmemin, öfkelenmemin sebebi benim yaşadıklarım ve bu olayın benim içimdeki anlamı, karşılığı. Sonuçta; hayatta o ve ben olduğu kadar, onun yaptığını yapmayacak kişiler ve benim verdiğim tepkiyi vermeyecek kişiler de var. Bu durumda kimse hatalı, kimse haklı, kimse doğru, kimse yanlış değil. Sadece ben bundan hoşlanmıyorum. Var olabileceğini görüyor, anlıyor, kabul ediyor ama sevmiyorum.” Şimdi sizden ricam ilk paragraftaki soru cümbüşü ve son paragraftaki düşünce akışını karşılaştırmanız. Siz hangisi ile hayatınıza devam etmeyi tercih ederdiniz? KİŞİSEL GELİŞİM EĞİTMENİS. CEREN YILMAZ
Devamını OkuOldum olası sağlıklı yaşama merakım olmuştur. Son zamanlarda geçirdiğim rahatsızlık ile beraber; organik besinlere, doğal formüllere, daha fazla oksijene, sağlıklı alışkanlıklara düşkünlüğüm iyice arttı. Son 1 yılda sigarayı bıraktım, alkolü haftada bir 1 kadeh şarabın ötesine geçirmemeye başladım, 11 olunca uyumak, haftada 3 yürümek, hazır gıda yerine kendi yemeğini pişirmek gibi alışkanlıkları hayatıma iyice yerleştirdim. Peki daha sağlıklı mıyım? Kesinlikle. Hiç grip olmadan, uçuk çıkarmadan, kendimi yorgun ve halsiz hissetmeden geçmiş 1 sene. Kendime tebrikler. Ancak geçenlerde kollarımda deli gibi bir kaşıntı. Durmak bilmiyor. Neredeyse kaşımaktan kendime zarar verecek noktalara geldim ve bunun cilt kurumasının ötesinde bir durum olabileceği kararı ile doktora gittim. Testler, kontroller derken sonuç; sistem tıkır tıkır işliyor. Bende bu rahatsızlığa sebep olabilecek fiziksel bir bulgu yok. Ee neden olduğunu bilmezsek nasıl çözeceğiz? Neden stres… Bu kaşıntı bende vuku bulalı birkaç ay oluyordu. O sıralardaki yaşantımı eşelediğimde ise elle tutulur bir stres kaynağı bulamamış olmanın boşluğu da halen devam ediyordu. Tam da bu sıralarda hem çok ilgimi çektiğinden, hem de mesleki alışkanlık eseri Tedx konuşmalarını dinlediğim günlerden birinde; Susan Pinker’ın “uzun yaşamanın sırrı” konuşmasına denk geldim. Konu isminden de anlaşılacağı üzere; uzun yaşamak için gerekenler. Çeşitli araştırmaları derleyerek hazırladığı bu konuşmasında Susan Pinker; uzun yaşamak için gerekli olanları sıralıyor. Genlerinizin bu konuda söz hakkı yalnızca %, geri kalan u bakın nasıl sıralanıyor: En altlarda sırasıyla; temiz hava (benim ormanlık alana taşınma planlarım emekliliğe kalır artık), hipertansiyon, aşırı kilo (şekersiz, yağsız, glütensiz, bitkisel ağırlıklı beslenme için saatlerce ürün araştırıp, yeni tarifler denemek de çok elzem değilmiş yani), egzersiz (squat yapa yapa dizlerimizi parçalamamıza gerek kalmadı kızlar, müjde), kalp krizi geçmişi. Yani buradan da anlayacağımız üzere bu güne kadar bahsi geçen sağlıklı yaşamanın formülü ilan edilmiş temiz hava, beslenme, egzersiz, uyku düzeni birleşenleri yok sayılamayacak unsurlar olsa da üzerinde durulması gereken en önemli noktalar da değillermiş… O zaman biz neye dikkat edeceğiz? Devam ediyorum listeye… Listenin ortaları oldukça şaşırtıcı. Yükselirken ilk karşımıza çıkan grip aşısı. Yani grip aşısı olmanız, uzun yaşamak konusunda kilo vermenin ya da spor yapmanın bile önüne geçiyor! Grip aşısından daha önemlisi ise alkol tüketimini bırakmanız ya da azaltmanız ve daha da üstte sigara içmemek ya da bırakmak yer alıyor. Grip aşısının önemi vurgulanmasına karşın ilk defa bu kadar ciddiye aldığımı itiraf etmemde yarar var sanırım. Fakat diğer ikisi uyguladığım değişikliklerden de anlayacağınız üzere benim için sürpriz yaratacak bilgiler değiller. Ben bir doktor veya sağlık sektöründen biri değilim. İşim psikoloji. Evet kişisel deneyimlerimden çıkarımlarım da mevcut elbette ama bu profesyonel zeminde uzmanlık dışı bir konu neden yer alıyor diye meraklanıyorsanız, uzatmadan hem bende kişisel bir aydınlanma anı yaşatan hem de işimle kesiştiği noktayı artık açıklayayım. Uzun yaşamamızda neredeyse P payı olan 2 önemli başrol oyuncusu ile tanıştırayım sizi… Biri yakın ilişkiler diğeri sosyal entegrasyon!!! Biraz açmaya çalışayım bu iki olguyu… Yakın ilişkiler diye bahsi geçen madde; aile, yakın arkadaşlar, akrabalar vb. hayatımızda oluşturduğumuz küçük bir halkayı temsil ediyor. Ancak bu halkadaki herkesi değil; güvendiklerimizi, sevildiğimize şüphe duymadığımız, desteklerine ihtiyacımız olduğunda orada olacaklarını bildiğimiz en az 3 kişiyi. Sosyal entegrasyon ise; işe giderken asansörde karşılaştığımız komşumuz ile günaydınlaşmak, hiç tanımadığımız sokak satıcısına halini sormak, metroda yer verdiğimiz teyze ile göz teması ile anlaşmak, kuaförümüz ile havadan sudan sohbet etmek gibi irili ufaklı birçok iletişim formunu yakın olmadığımız kişiler ile deneyimlemeyi kapsıyor. Peki bunlar olmaz ise ne oluyor; oldukça özet geçeyim; bu esnada salgılanan ve hayati önem taşıyan oksitosin, seratonin vb hormonlar daha az salgılanıyor, dolayısıyla vücudun strese karşı kalkanı düşüyor, kendini onarma oranı sekteye uğruyor, her ne kadar brokoli yiyip adımlarınızı günde 10000 de tutmaya çalışsanız, sigaraya ve alkole tövbe etseniz de, vücudunuz devam etmek için eksik kalıyor. Bizler stresi her ne kadar başarıya, hedeflerimize ulaşıp ulaşamamaya, faturaları ödeyip ödeyememeye bağlı görsek de sosyalleşmedikçe en büyük stresi yaşıyor ve başlıyoruz kaşınmaya, karnımızı tutmaya, başımızı ovmaya… 100 yaşını geçmek mi istersiniz, yaşadığınız yaşları keyifle, dolu dolu, mutlu, huzurlu ve sağlıklı yaşamayı mı bilemem ama hayatta kalmak yerine yaşamak ise hedefiniz, sosyal varlıklar olduğumuz gerçeğini aklımızda tutarak bırakın telefonlarınızı, bilgisayarlarınızı, televizyonlarınızı ve kim varsa yanınızda bir selam vererek başlayın hayatınızın geri kalanını kurtarmaya…
Devamını OkuHepimiz televizyon programlarından “dış ses”in ne olduğuna aşinayız diye düşünüyorum. Hani sahneyi yaşayanlar, deneyimleyenler dışında, nerede olduğunu tespit edemediğimiz bir ses konu ile ilgili fikirlerini beyan eder, izin bile almaksızın… Sesin yakınımızdan gelmediğini biliriz, çünkü yakınımızdakilerin hiçbiri ağzını oynatmıyordur; ama çok uzakta bile olsa o sesi duymakta zorlanmaz, fikirlerine maruz kalmaktan kendimizi alıkoyamayız. Bu sesin bir bedene sahip olmayışından olacak ki, oldukça da dikkate alırız. O sesin söyledikleri çevremizdekilere oranla daha ilahi ve önemli bir havaya bürünür. Adeta bilirkişi olmasını sağlar elle tutulur olmayışı. Esprileri daha komik, yorumları daha yerinde, önerileri daha doğrudur bu sesin, alışageldiğimiz insanoğluna kıyasla… Peki bu durumda iç ses nedir? Kendinizi bir otobüs yolculuğunda, pencere kenarına oturmuş, gece şehirlerarasında ilerlerken hayal edin. Otobüsün içindeki hafif aydınlatma, dışarının karanlığını alt eder ve siz dışarda olup biteni göremezken kendinizden bir tane daha ile karşılıklı oturuyormuş gibi görmeye başlarsınız. Karşınızda oturan sizi andırır, büyük benzerlikler vardır ama tam olarak aynınız da değildir. Bazı anlarda rahatsız olduğunuz detayları bulanıklaştırdığı için gözünüze daha güzel görünen, bazı anlarda ise renginizi soluklaştırdığı için beğenemediğiniz bir siz daha… Sizi bilmem ama benim en önemli kararlarımı verdiğim, en derin düşündüğüm yerlerden biridir bu otobüs yolculukları. Öyle güzel konsantre olurum, öyle kendimle baş başa kalırım ki kalabalık içinde, kendimle sohbetim saatler sürer ama zamanın nasıl geçtiğini bile anlamam. İşte o sorularımda katkısı olan, cevaplara yorumlar yapan, tıpkı dış ses gibi nereden geldiğini bilemediğim ve belki de bunun için daha fazla ciddiye aldığım sesin sahibi; tamda camda karşıma geçmiş kurulmuş benzerimdir. Diğer zamanların aksine otobüs yolculukları iç sesimle yüz yüze konuşabildiğimiz nadir anlardır anlayacağınız. Elbette dış seste olduğu gibi, onun da çok keskin fikirleri vardır, kendinden o kadar emindir ki bazen siz kendinizden şüphe etmeye başlarsınız. Çoğu zaman çevrenizde size haykıranların sözcüklerini bile alt etmeye fısıltıları yeter. Öyle bir gücü vardır ki üzerinizde, kararlarınızı temelinden etkiler. Atacağınız adımı atamaz, atmayacağınızı atmak zorunda kalmış bulursunuz kendinizi. Bazen sizi acıta acıta, ağlata ağlata durmaksızın eleştirir, bazen de olmadık hayallerde sizi coşturur, destekler. Bazen ise kendinizle gurur duymanızı sağlayacak, hayatınızı kurtaracak, mutluluğunuzu garantileyecek fikirler bahşeder size. O zaman bir soru daha; iç sesin bu değişkenliği neye bağlı? Hangi söylediklerine güvenelim, nasıl eleyelim? Tekrar otobüsteki koltuklarda yerimizi alalım lütfen… Ve tekrar bakalım o yansımaya. Kime benziyor o yansıma. Hiç şüphesiz size ilk başta ama daha dikkatli bakın. Başka kime benzetiyorsunuz o kişiyi? Gözlerini annenizden almış olabilir mi? Saçlarını babanızdan? O gülümsemesi aynı anneanneniz mi? Duruşu amcanız? Kalem tutuşu ilkokul öğretmeniniz, başını ellerinin arasına alışı ilk sevgiliniz mi yoksa? Yani bu ses sizi yetiştiren, sizde iz bırakmış kişilerin, sizde iz bırakmış anılarından parçalar taşıyor olabilir mi? Siz ona “yeni işe geçmek mi, olduğum yerde devam mı?” diye sorduğunuzda; sizin yolunuzu kesen veya gerçek dışı hayallere kapılmanıza neden olan cevaplar, bu kişilerin benzer konulardaki fikirlerine, size önerdiklerine benziyor olabilir mi? “Eşimden ayrılmalı mıyım, yürütmeye mi çalışmalıyım?” derken, onların size “doğrusu budur!” diye anlattıklarına benziyor mu iç sesinizin size vurguladığı? “Ben yeterince iyi miyim?” sorusu yankılandığında içinizde; bu soruya, bu kişilerden önceden aldığınız yanıtlara, onların size davranışından çıkardığınız sonuçlara benzer bir kalıpla geri dönüşler almış olabilir misiniz? Cevap; muhtemelen “Evet” olacaktır. O zaman yapacağımız tek şey, o sese iyice kulak kabartmak. Bu sefer dediklerini uygulamak için değil, sesin kime ait olduğunu ayırt edebilmek için… Gördüğünüz yansımanın sizi olduğunuzdan güzel göstermesine göğüs gere gere kulak kabartmak… İç sesinizdeki pürüzleri elemenin, ona koşulsuz güvenebilmenin, onun sizi yükseğe ve ileriye götürmesine izin vermenin sırrı bu işte… Otobüsün camı yerine kendinizi aynada görebilmek… KİŞİSEL GELİŞİM EĞİTMENİ CEREN YILMAZ
Devamını OkuKURUMSAL EĞİTİMLERİN ÇALIŞAN VE ŞİRKETLER ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Kurumsal hayatın dinamikleri her gün değişim ve gelişim gösterirken iş sahipleri için hedef neredeyse hep aynı; daha yüksek cirolar. Evet, şirketlerin yaklaşımı bu anlamda sabit ancak alışkanlıkları ve beklentileri farklılaşan kuşakların hedefleri acaba neler? Bu farklı beklentiler şirket sahiplerini, iş yürütmeleri, kar paylarını ve daha birçok başlığı ne oranda etkiliyor dersiniz? Geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen “PrideStaff – iş yerinde uzun süreli çalışma – anketi” doğrultusunda; çalışanların yeni iş arama nedenleri şu şekilde sıralanıyor: H.2 işten çıkartılmış .5 Daha yüksek maaş istiyor .6 Kariyerini farklı alanlarda sürdürmek istiyor Kurum kültüründen memnun değil %2.5 Yeni bir iş fırsatı ile ilgili işe alım için farklı bir firma tarafından aranmış %2.2 Daha fazla staj yapmak istiyor Görüldüğü üzere iş ile ilgili farklı deneyimler kazanmak amacı ile yeni iş arayışı en düşük orana sahip. Pastanın büyük bir bölümünü işten çıkartılma yani şirketin kararı ile neredeyse aynı oranda bir bölümü de çalışanların talebi oluşturuyor. Yani tablo gösteriyor ki; şirketler ne kadar memnuniyetsiz ise çalışanlar da bir o kadar şikayetçi olabiliyor. Artık dünyanın neresinde olunursa olunsun şirketler farkında ki; “al elemanı, maaşını ver sonra eti senin kemiği benim” zihniyeti ekonomik anlamda zorlayıcı süreçlerde bile işlemiyor. Bu durum işe alımda önemli kriterlerin ve detaylı araştırmaların yapıldığı süreçler ortaya çıkmasına sebep olsa da bir taraftan da işe alınan elemanın doğru pozisyona, yeterli becerilerle seçilmesine dikkat çekerken diğer taraftan da çalışanın beklentilerinin karşılanmaması durumunda firma içinde artacak sirkülasyonun maliyet anlamında yaratacağı yükü de hesaba katma gerekliliğini doğuruyor. Daha net bir ifade ile şirketler işe alım yapacakları yeni elemanları tanımaktan, beceri ve birikimlerini bilmekten sorumlu oldukları kadar, onları motive edebilecek unsurları, güçlü ve gelişebilecek yönlerini, gelecek planlarını ve değerlerini de bilmek durumunda oluyorlar. Kendi kurumsal değerlerini çalışana empoze etmeye çalışan, mecburi ve zoraki koşullar yaratarak hedefe ulaşma baskısı yaratan, motive etmek yerine eleştiren, geleceğe dair çalışanına alternatif yaratamayan şirketler ya çalışan performansından muzdarip işten çıkarma yaparak ya da şirket tutumundan şikayetçi çalışanların ayrılması ile kısır bir döngü yaşıyorlar. Bu zinciri kırmanın en etkili yolları ise işi profesyonellere bırakmak. İnsan kaynakları departmanı ile dirsek temasında organize edilmiş koçluk süreçleri ve kurumsal eğitimler, tam da ihtiyaca cevap verecek şekilde şirketlerin imdadına yetişiyor. Koçluk sürecinde, gerektiğinde kişilik testlerinin de yardımını alarak ortaya çıkan çalışan ve/veya yönetici değerleri, güçlü ve gelişebilir yönleri, ideal pozisyon ve becerileri, motivasyon kaynakları, iletişim bariyerleri, kariyer hedefleri; eğitimde tercih edilmesi önerilebilecek başlıkları belirliyor. Bu eğitimlerin de gelişebilir yönlere hizmet etmesi ile hem çalışan kendindeki ve bulunduğu yerdeki memnuniyet düzeyini arttırmış oluyor, hem çalışma arkadaşları – as ve üs’leri – bu gelişim ve değişimden olumlu etkileniyor, hem de tüm bu iyileşme elbette ki şirketteki reel sonuçlara yansıyor. Tartışmasız bir şekilde ortaya daha tatmin ve verimli çalışanlar, takımlar, liderler ve bunun sonucunda da hedeflediği yüksek cirolara ulaşabilen şirketler ortaya çıkıyor.
Devamını OkuKİŞİSEL GELİŞİM EĞİTİMLERİ SİZE NE KAZANDIRIR? Kişisel gelişim eğitimi nedir? Konuya önce buradan başlamak iyi olabilir. Kişiye teknik beceri kazandırmayı amaçlamayan, kişisel hayatında daha olumlu bir noktaya gelmesini hedefleyen ve çeşitleri çok geniş bir yelpazeye yayılmış bir eğitim grubu. Bu grupta kişinin en temel ihtiyaçlarından – özgüven, öz şefkat, öz sevgi vb. – en temel kavramlara kadar – farkındalık, değerler, iç ses, bakış açısı – ve oradan da çok daha spesifik problem çözümü odaklı öfke kontrolü, etkili iletişim, erteleme ve değişim, duygusal zeka, evlilik ve ilişkiler, stresle başa çıkma gibi alanlara hizmet eden eğitimler mevcut. Bu eğitimlerin uygulanışı da eş oranda çeşitliliğe tabi. 1000 kişi ile beraber katılacağınız 1 saatlik seminerden tutun, grup halinde haftalık online söyleşiler, amacı yukarıda geçen başlıkları kişilere yansıtmak olan hobi ağırlıklı atölyeler veya birkaç gün sürebilen grup eğitimleri… İster kendiniz katılmış olun, ister eşinizin zoruyla gelmiş ya da şirketiniz sizi mecbur bırakmış; bu eğitimlerden edinilecek olumlu unsurlar her halükarda var… İlk güzel yanı da bu… İstemeseniz bile işe yarıyor. Bir diğeri ise siz ne kadarına hazırsanız o kadarını algılamakla yükümlüsünüz. Yani tarih dersinde anlaşmanın maddelerinden birini yazmayı atlasanız notunuz kırılırdı ya, burada öyle bir durum yok. Bir seviye belirleme sınavı, doğru sınıfa mı düştüm endişesi yok; çünkü bu eğitimlerde doğru ve yanlış yok, yani yargılanmak yok. Siz varsınız ve sizi daha tatmin kılabilecek yolculuklar. En faydalı yanlarından biri ise bu eğitimlerin; tek başınıza olmamanız. Sadece eğitim esnasında değil, şikayetiniz olan konularda yalnız olmadığınızı fark etmeniz, sizinle aynı sıkıntıları yaşayanların düşüncelerini, tercihlerini, hissettiklerini ve hatta değişimlerini birebir gözlemleyebiliyor ve paylaşabiliyor olmanız. Sizin başkalarına, başkalarının size eş zamanlı hem ayna tutması hem de yeni alternatifler sunması mucizesi. Bu eğitimlerin katılımcılarını büyülemesinin bir diğer sebebi ise; hayatımızda aşina olduğumuz, çok iyi bildiğimizi düşündüğümüz basit kavramları aslında ne oranda ezbere sıraladığımızı fark etmek ve kendimizde tekrar keşfetmek. Çok da üstünde durulmayan yetiştirilme tarzı, güven alanı, iç ses, algı, inançlarımız, değerlerimiz, duygularımız gibi konular açıldıkça kendimizi baştan tanıma ve öğrenmenin getirdiği çocuksu coşku beraberinde, bu kadar temel olguların üstünde bu yaşa gelip de durabilmenin getirdiği “demek ki hiçbir şey için geç değil, her şeyi başarabilirim” duygusunun zenginliği… O küçücük ama çok derinde, alışılagelmiş köşelerine atılan bu kavramların üzerinden geçip sadece farkındalıklar yaşamak, gözlemlemek, tanık olmak ve belki hatta bu konularda bazı değişim ve gelişimler göstermenin hayatımızı ne oranda etkileyebileceğini deneyimlemek, tüm formüllerin ve anahtarların elimizde olduğunu görmek, ufak desteklerle ne kadar uzun mesafeler kat edebileceğimizi anlamak, kısacası hayatımızın bir eğitim ile bu denli mutluluğa, tatmine, huzura kavuşabileceğini algılamak; işte tam olarak bu… Eğitime bir kere katılmış kişilerin ardı ardına farklı eğitimlere merak salarak çevresine de ısrar etmesine neden olan kaynak bu… Duyup da bir türlü inanamadığınız, hatta inanamadığınız için küçümsediğiniz kalıpların; denediğinizde sizi bu güne kadar karşılaştığınız her şeyden daha özgür, daha güçlü, daha yeterli kılması, hedeflerinize diğer denediğiniz yöntemlerden çok daha hızlı ulaşabilmenizin getirdiği umut dolu teslimiyet… Şikayetlerinin sebeplerinin ne kadar basit, bu basit noktaları çözüme kavuşturmanın ise kendi kendine zor olduğunu düşünenler için, içini döküp farkındalık yaşamanın ötesinde bazı bilimsel yaklaşımlardan haberdar olmak için, kalabalık içinde kendini güvende hissederek duygu ve düşüncelerini paylaşmanın rahatlığına kavuşmak için kişisel gelişim eğitimlerinden daha iyi bir alternatif düşünemiyorum. Denemediyseniz zaman kaybetmeyin…
Devamını OkuNEREDEN SEVGİLİ BULUNUR? Hepimiz istiyoruz işte, herkes burun kıvıra kıvıra bile olsa meyilli bu gönül işlerine. Okul sıralarında birbirine not yazıp uçak yapıp atarak başlayan flörtleşme oyunu, yıllar içinde mahalle veya sitedeki gençlere, üniversitedeki popüler çocuğa, oradan da iş yerindeki çalışma arkadaşlarına doğru uzadı. Bu süreçlerde evlenenler evlendi, hatta boşandılar bile bazıları. Kimi doğru kişiyi denk getiremediği için şansıyla arası bozuk, kimi yıllar sonra oyuna tekrar dahil olmanın çekingenliği ve bıkkınlığında. Bir taraftan “erkek milletinden hayır gelmez” nidaları yükselse de, bir taraftan “ne onunla, ne de onsuz” fısıldaşmalarıyla kabullenmeler peşin sıra takip ediyor niyetlerini bu yalnız kalplerin. “Kim, ne istiyor?” sorusuna gelen cevaplar başlangıçta tek bir beyaz atlı prensi işaret ediyormuş gibi dursa da; biraz üsteleyince anlaşılıyor ki, hepsi birbirinden farklı masal kahramanları arananlar listesinde. Listeler hazır olmasına hazır, hayaller pembe, kalpler istekli ancak nerede bu masal kahramanları? Bir bulsak klip tadında, romantik komedileri aratmayan ilişkiler yaşayacağız ama hani neresi bunların yuvası? Bir bilen gösterse de kapıp getirsek hayatımıza iyisiyle kötüsüyle… Elbette okul arkadaşlarımızdan iletişimi devam ettirdiklerimiz hayatımızda kalıcı şekilde yerlerini çoktan aldı, iş çevresi ile ilişkiye girmemek konusunda deneyimlerimiz bizi uslandırdı, üniversitedeki popüler çocuk kendisinden beklenen performansı ileriki yıllara taşıyamadı, evli arkadaşlarımızın eşlerinin arkadaşları ile tanıştırılıp 4 kişilik çifte mutluluk içeren muazzam keyifli yemek masaları ve tatil hayalleri hiç mi hiç tutmadı. Eee kaldı mı tüm bu ümitli kalpler “insan önce kendini sevmeli ki başkası da onu sevebilsin”, “kendi kendine yetebilmek bu hayatta ulaşılabilecek en büyük tatmin”, “doğru kişiyi kendine çekmek için doğru düşünmeyi öğrenmek şart” gibi yalnızlık destekçisi sloganlara. Bu ilham dolu cümlelerin de etkisi ile güçlü, kendine yeten, kendini seven kadın başladı bu kadına uyan bir yaşam tarzı geliştirmeye… Düzenli spora giden, botox’unun tarihini asla geçirmeyen, şerefine kadeh kalkmasa da her çeşidini bileceği şarap tadım atölyelerine katılan, evde tek başına yemekten hoşlanmadığı için pişirmeyeceğini bile bile makarna yapımını öğrenen, çoluk çocuk hayalleri yaşına paralel yükseklikte bir rafa kaldırıldığı için kariyerine odaklanıp plazasına yakın bir rezidansta 1+1 dairesinde kitapları, elbiseleri ve netflix’i ile yaşayan, kendinden başkasına alan bırakmayan ama ilişkiye, evliliğe, yakınlığa zamanı kalmamış gibi davranıp bir taraftan sessizce, belli etmeden hayatının bu yeni gelişen alanlarında her an her yerde karşısında belirebilirmişçesine, kapıdan her an içeri girebilirmişçesine ümitlenerek gözleri o masal kahramanını arayan… Tabii, baktı spor salonları, atölyeler, aktiviteler de çare değil bu arayışa; bir taraftan da sosyal medya akımından da geri duramayan bu kadın, gözlerden uzak, kimsenin kulağına gitmeyeceği düşüncesinin rahatlığı ile vazgeçmeye yüz tutmuş, umutsuz ilişki isteğini başladı sosyal medyada aramaya… Peki, gerçekten sosyal medya; bu yalnız kalplerin aradıklarını bulacakları, o meşhur “aa öyle deme, bir arkadaşım oradan tanıştı ve evlendi, düşündüğün gibi güvenilmez ve korkutucu bir seçenek değil” söyleminin hakkını verebilecek, yeni çağın, yeni alternatifi olabilir mi? Neden olmasın, olabilir elbette. Asıl olan dil, din, yaş, ırk, sosyal statü değil de sevgi ise, aynı şekilde asıl olan nerede, nasıl tanıştığınız değil, sevgiyi ne şekilde paylaştığınız, iletişiminiz, hissettikleriniz olabilir pek ala. Ancak yine de dikkat edilmesi gereken noktalar olduğunu düşünmeden edemiyorum. İnternetin ilişkilerimiz, iletişimimiz ve alışkanlıklarımız üzerinde etkili bir rolü olduğunu hepimiz konuşuyoruz. Bu etki elbette belli yaklaşımlarımızı da değiştiriyor. Üstelik her birey üzerindeki etkisi bir diğeriyle birebir de olmuyor. Yani karşımıza öyle bir tablo çıkıyor ki; kişilere - anıları, deneyimleri, olumlu-olumsuz huyları, tercihleri, mimikleri, ses tonları, davranışları, duyguları ve düşünceleri olan birbirinden ayrı ve eşsiz kişiler - ayrılan süre; birkaç saniye ve emek; bir parmak hareketi olacak kadar kısıtlı bir ortamda, beklentilerin kişi sayısı kadar fazla çeşitlilik gösterebileceği ancak yaklaşımın online çorap sipariş etmek ile aynı temellerde olduğu bir tavırda son çareyi burada arayan kadın hayal kırıklığına uğrayabiliyor hatta özgüven kaybı yaşadığı oluyor. “Alt tarafı bir çorap, al geç” yaklaşımı ile diyalog kurulmuş olan kadın; bir bakıyor ki karşı tarafa en ufak şekilde uymayan bir cümle etse, tavır sergilese veya herhangi bir talebini red etse, kendini o kişiye bir daha ulaşamayacak şekilde engellenmiş veya sadece 10 dakikalık bir sohbetin ardından hakaret edilmiş, aşağılanmış bulabiliyor bazı eşleşmelerde. Daha da incinebildiği senaryolar ise bu konuşmalara 10 dakikadan fazlasını harcadığı, sonunda bir şekilde güvenmeye karar kılıp görüşmeyi kabul ettiği hatta belki bazen yakınlaştığı kişilerin internet ve gerçek yaşamları arasındaki uçurumu fark ettikleri anda yaşanıyor. İşte tam da bu sebeple; internet elbette sizi hayalini kurduğunuz mutluluğa götürecek bir araç olabilir, fakat karşılaştığınız sahnelerde aklınızda tutmanız gereken en önemli nokta, sizi rahatsız hissettiren bir durum içindeyseniz, bunun sebebi zamane iletişimi, internet popüler akımları, değişen kadın-erkek ilişkileri ve beklentileri, sizin uzun süredir bir ilişkinizin olmaması, boşanmış olmanız, hiç evlenmemiş olmanız, akılsız veya çirkin, tutucu veya rahat, kariyer sahibi veya maddi anlamda zorluk çeken biri olmanız değil, karşılaştığınız kişinin size hak ettiğiniz şekilde davranmıyor olmasıdır. Siz değerinizin farkında oldukça, böylesine bir kalabalığın içinde, size layığı ile yaklaşan ve mutlu olabileceğiniz biri karşınıza çıkabilir mi, kim bilir? Neden olmasın?
Devamını OkuFARKINDALIK DA NEYMİŞ? Kişisel gelişim eğitimlerine, seminerlerine ilgi duymamış, daha önceden seans deneyimi yaşamamış, psikolojik yayınlara merak duymamış, spirituel konularla yolları kesişmemiş bazı kişilerle bir araya geldiğimde; farkındalık ile ilgili bir sohbet geçtiğinde, sıklıkla “farkındalık da neymiş?” gibi; bir taraftan gerçekten de ne olduğu konusunda netliğin oluşmadığına dair içten bir “ne bu?” sorusu, diğer taraftan popüler akımlardan biriymişçesine gelir geçer bir başlığın bu kadar önemsenmesine ve her sıkıntının çözümüymüşçesine büyütülmesine karşın alaycılık… Farkındalık ile ilgili, kişisel ve koçluk görüşmeleri haricinde deneyimimi, bu cümle baya bir özetliyor diye düşünüyorum. Bu soruyu cevaplarken “her sıkıntının çözümü” kısmına; “hangi sıkıntı?, nasıl bir sıkıntı?, kimin sıkıntısı?” gibi detayları bilmeden direk yanıtlar üretmek mümkün değil elbette. Ancak “Farkındalık da neymiş?”e cevap vermeye çalışırken bir şekilde anlaşılabileceğine, cevabının herkesin kendi deneyimleriyle birleştirilerek anlamlı hale gelebileceğine inanıyorum. Bu durumda farkındalık ne gerçekten de? Türk Dil Kurumu’na göre tanımı; görmek, seçmek, anlamak, sezmek, ayırt etmek. Farkındalık bir “AHA” anı. O ana kadar göremediğiniz, seçemediğiniz, anlayamadığınız, sezemediğiniz, ayırt edemediğinizi gerçekleştirmenizi sağlayan bir aydınlanma faktörü. Bu açıdan yaklaşmaya çalışayım bu bilinmeze ve örnek üzerinden gitmeye çalışayım. Her ay altın gününüz var, 10 komşuyu bir araya getiren; son 3 aydır Meral hanımdan ses çıkmıyor. Ne aramalara dönüyor, ne güne katılıyor, ne mazeretini belirtiyor, altını da arayıp sorduğu yok. Eee ne oluyor bu Meral’e, işte günün yeni konusu bu! Herkes merakta. Her kafadan bir senaryo çıkıyor, son 3 ayı makul bir şekilde açıklayabilecek. Kimi diyor ki; o zaten Ayşe’yi hiç sevmezdi, ondan rahatsız olduğu için gelmiyor. Diğeri diyor ki, Meral’in eşinin durumu kötüymüş, ondan çekinip gelemiyordur, bir diğeri o kendini bizim grubumuza hep fazla görüyordu, kesin eski semtinden komşularıyla başka bir güne katılmıştır. Fikir çok ama hiç biri de tam istenen tatmini yaratamıyor gün katılımcılarının merakı üzerinde. Aradan birkaç hafta geçiyor. Günün üyelerinden Serpil hanım semtte alışverişini yaparken Meral hanımın kız kardeşine rastlıyor, dayanamıyor soruyor; “Meral hanım da bizim günlere gelmez oldu, yok hani altını bizde ondan üzülüyorum ben, bari onu iade edebilseydik madem gruptan çıkacaktı… “ Kız kardeş cevaplıyor, “altının önemi yok, Meral hanım devam edemeyecek kusura bakmayın, iyi alışverişler” Serpil hanım iyice meraklanıyor, tutamıyor kendini soruyor; “Ne oldu da gelemiyor?” “Meral hanımın oğlu rahatsızlandı, sürekli bakım gerekiyor. Ne yazık ki zamanının ve enerjisinin çoğunu bakıma aktaran ablamın sosyal etkinliklere katılabilmesi kısa zamanda mümkün gözükmüyor.” İşte Serpil hanımın “AHA” anı size… Ortada kendisini rahatsız eden bir olumsuzluk vardı. Bunun için birçok kişiden akıl aldı, farklı ihtimalleri düşündü, hiç biri rahatsızlığını gideremedi. Ta ki problemin altında yatan gerçek sebebi anlayana kadar… O anda tüm olaylar zinciri ona makul gözükmeye başladı. İçini kemiren duygu kayboldu ve yanlış ihtimallerin huzursuzluğu ve zaman kaybı da sona erdi. Farkındalık da tam olarak budur zaten; “hmmm, ondan ötürüymüş, tamammmm,ohhh”, “şimdi anladım ben!!!şükür…”,”aaa bu muymuşşş yani ama hakkını vereyim mantıklı, evet!” ibarelerinin içinizde cirit atmaya başladığı nokta… Peki, problemin çözümü müdür farkındalık bir taraftan da? Evet, büyük oranda… Neden derseniz, Serpil hanımdan yardım isteyeceğim yine… Şimdi Serpil hanımın içine sular serpildi bir taraftan, aklını kurcalayan mesele açığa kavuştu, bu bir rahatlama. Bunun dışında Meral hanımın nasıl bir insan olduğunu daha net görmüş oldu, örneğin; hoşlanmadığı biri nedeniyle sözünden dönen biri değil, kendini üstün farz eden biri değil, ekonomik sıkıntıları varsa bile bunlardan utanç duyan biri değil veya gelmeyeceğini haber bile vermekten uzak bir saygı anlayışında değil. Zor durumda olan bir anne… Bu Serpil hanımın bakış açısını tamamen değiştirdiği gibi aynı zamanda bu durumda ne yapacağı ile ilgili kararlarını da baştan aşağı değiştirebilir güçte. Mesela; bu konu üzerinde durulmamasını rica edebilir arkadaşlarından, gelmeyişine içerlemeyebilir artık, altınları toplayıp Meral hanıma destek olunmasını teklif edebilir ya da bakım konusunda kendisine yardım eli uzatabilirler. Kısacası çözüme giden yol aydınlandı, çözüm alternatifleri olumlu yönde arttı ve çözüme ulaşmak kolaylaştı. Şimdi, Serpil hanım cevabı biliyor artık ama size sorayım bir kere de; sizce farkındalık abartılarak aktarılan bir akım mı, yoksa gerçekten önemli mi?
Devamını OkuİNANMAK YA DA İNANMAMAK, İŞTE BÜTÜN MESELE BU… Son zamanlarda sıkça karşımıza çıkan konulardan bir tanesi, inanmak ya da inanmamak… Bir kesim şüphe götürmez inançlarının arkasında, diğer kesim ise analitik olmayan her duruma şüphe ile yaklaşarak reddetme yaklaşımında. Var mı bu işin doğrusu? İnanç; oldukça geniş bir başlık. Herkese çağrıştırdıkları da bambaşka. İnanç denildiğinde kiminin aklına gelen dini inançlar, diğeri için batıl inançlar, bir başkası için şehir efsaneleri, öteki içinse bilginin kaynağına, doğruluğuna, tutarlılığına inanabilmek. Hepsinin ortak noktası ise güven ve umut fikrimce… Yani hepimiz zor durumlarda işlerin yoluna girebileceğine karşın güven hissetme ve umut duyabilme adına işaretlere ihtiyaç duyuyoruz hayatta. Görüldüğü gibi oldukça da insanca… Bu durumda ne oluyor da inanç denilince bu kadar farklı noktalardan bakıyoruz olaylara? Öncelikle değerlerimiz ile şekilleniyor, her konuda olduğu gibi bu konuda da, nerede durmamız gerektiğine dair alacağımız kararlar, belirleyeceğimiz öncelikler. Doğallıktan hoşlananlar çareyi doğada arıyor, bitkilerin getirdiği şifalar, sadeliğin ve saflığın vazgeçilmezliği, özümüzde olanı değerlendirme çabası. Maneviyata değer verenler, daha dini veya spirituel yaklaşımlara yakınlık hissedip kendini kendinden yüce gücün adaletli kollarına bırakmayı tercih ediyor. Bir diğeri keyifle hayatını sürdürebilmeyi öncelik edinerek şansın çekimine bırakıyor ihtimaller karşısındaki olasılıklarını. Ve bir başkası da tüm bunların şüphe götürmez olup olmadıklarına dair kesin cevaplar bulmak için güveni ve umudu kendi çabasında buluyor, daha çok sorguluyor, daha çok araştırıyor. Sonuç? Sonuç aynı… İnandığınız şey her ne ise; olumsuzluklar ile başa çıkmanızı kolaylaştırıyor, size mutluluk, umut, güven veriyorsa, bir adım daha atabilmek için ihtiyacınız olan coşkuyu yaratabiliyorsa, işe yarıyor yoksa yeni arayışlar başlıyor. İster gül kokusunun rahatlatıcı olduğuna inanın, ister kırmızı elbisenizin size şans getirdiğine, ister dualarınızın kabul olduğuna, ister yumurta ile ilgili yapılan son araştırmaların kolestrolü etkileyip etkilemediğine… Sonuç aynı… Sizi daha iyi hissettiriyorsa var, hissettirmiyorsa yok olacak… Meditasyon işe yarıyor mu? Hayal kurmak, pozitif düşünmek istediklerimize ulaşmamızı sağlar mı? Yeterince şüphelerimden arınırsam, yeterli ibadetleri gerçekleştirirsem dualarım kabul olur mu? Evde adaçayı yaksam kötü enerjiden arınır mıyım? Belirtildiği oranda mantra tekrarı yaparsam işe yarar mı? Dört yapraklı yonca bulsam şansım açılır mı? Türbeye gitsem faydası olur mu? Bir soru sorsam, kitaptan rastgele bir sayfa açsam cevabı bana verebilir mi? Olur, hepsi olur, ama sen inandığın sürece olur… O yüzden mucizeler bizim inancımızla şekilleniyorken; bırakalım herkes kendine hizmet eden, yararı dokunan ne varsa ona inanmaya devam etsin. Bırakalım inancımız ondaki olumlu yanları kullanabildiğimiz sürece bizimle olsun, kendimize veya başkasına zarar vermeye başlarsa vazgeçelim. Yeter ki inanalım, yeter ki yorucu, yoğun, stresli günlerin içinde inanmanın getirdiği rahatlığın tadını çıkarabilelim, yeter ki mutluluğu yeri geliyorsa inanç vesilesi ile tadalım, yeter ki inanmak birleştirmek, güvenmek, büyümek, gelişmek için sebep olsun, bölmek, ayrıştırmak, dağıtmak, kutuplaştırmak için değil…
Devamını OkuAylardan Şubat… Kimilerimize göre ticaretin hareketlenmesi amacıyla uydurulmuş bir gün, kimilerimiz içinse yılın dört gözle beklenen özel günlerinden 14 Şubat bu yıl da geldi, kapımıza dayandı. Bu günü anlamlı bulanların ise; pembe, kırmızı balonların, pastaların, mumların yarattığı o romantik rüzgarın etkisiyle sevgilisine alacağı hediyeyi kara kara düşünme vakti geldi, çattı. Peki ama partnerime ne alabilirim? Elbette bu konuda sayısız öneri ile karşılaşabilirsiniz. Her yıl, hediye işini son dakikaya bırakmanın etkisiyle alınan gömlekler, parfümler, hepimizce ezberlendi. Biraz daha ekonomik anlamda güçlü olanlar ise saat ve mücevherlerden yana haklarını muhtemelen daha önceki yıllarda kullandı ve ya henüz bu tarz hediyeler için ilişki çok yeni… “Bu klişelerden bıkmadınız mı?” nidalarıyla anlamlı hediyelere yönelmemiz konusunda ortaya fikirler atıldı; “cüzdan alabilirsin mesela ama içine geleceğimiz için birikimler yapmak dileğiyle” diye not bırakırsan, oldu cüzdan sana anlamlı hediye! Anlamlı da yetmez, yaratıcı olsun propagandası geldi arkasından. Hatta mümkünse emek de olsun, kendinden de bir şeyler kat… Başladı bayanlar güzel sofralar kurmaya – kalp şeklinde hazırlanmış kanepeler, kurabiyeler, pastalar- , beylerse şiir, mektup yazmaya – veya en ulaşılabilir kanallardan alıntılar yapmaya. Kimi hediye ilişkinin zamanlamasına ayak uyduramadı, kimi tekrarlana tekrarlana özel olmaktan uzaklaştı, kimi ise içtenlikten ya da amacından uzak kaldı. Derken çoğu özenle paketlenmiş ve hatta daha fazla özenle düşünülmüş, seçilmiş, hazırlanmış hediye yapmacık bir gülümseme, kısık sesli bir teşekkür ve kullanılmayacaklar rafındaki yeri ile tatminsiz anılar olarak hatıralara kazındı. Peki ama o zaman tüm bunlar bir şekilde bu günün amacına hizmet edemiyorsa, bu günün amacı nedir? Elbette bu sorunun cevabı kişiden kişiye değişecektir. İşte tam bu noktada ne alabilirim sorusundan daha önemlisinin, kime alıyorum olduğunu hatırlatmak isterim. Bana kalırsa bu günün amacı; partnerimize; ben seni tanıyorum, neleri sevdiğini biliyorum çünkü sen benim için değerli ve önemlisin, seni mutlu görmek istiyorum demekten öteye bir şey değildir. Ve her zaman altı çizildiği üzere, gönül ister ki bu yılın bir gününde değil, her günü bu mesajı yansıtacak şekilde olsa… İşte bana kalırsa meselenin düğümlendiği nokta da tam burası. Yılın diğer günleri partnerinizi tanımaya, onu nelerin mutlu ettiğini anlamaya, ona değerli olduğunu göstermeye zaman ve emek ayırmadan, nasıl olacak da tüm bunları bir günde veya birkaç günde halledeceksiniz? Sizin kulağınıza da bu şekilde bir metod sıkıştırılmış, zorlama hatta bunaltıcı geliyor mu? Hiç şüphem yok ki; bu sene de, siz harika yemekler yapabilecek beceride, eşiniz etkileyici alıntılar yapabilecek kültürde ve mağazalar yüksek zevkinize hitap edebilecek çeşitlilikte olacak. Benim önerim ise bu sene hediyenizi ilişkinize yatırım yapacak şekilde seçmeniz. İlişkinizi bir adım öteye taşıyacak, birbirinizi daha yakından tanıyabileceğiniz atölyelere katılın, problemlerinizi kalıcı olarak çözümleyebileceğiniz destekler alın, iletişim-ilişki başlıklarında eğitimlere katılın… Bu sefer zamanınızı, paranızı, emeğinizi dışarıya değil içeriye yönlendirin… Kim bilir, belki “her gün sevgililer gibi olsa” dileğiniz bu yolla gerçek olacaktır, belki bu defa iki taraf da içten minnetkarlıkla teşekkür edecektir birbirine, belki ilk defa “iyi ki yaptın değil, iyi ki yaptık” diyeceğiniz bir sevgililer gününüz olacaktır.
Devamını OkuSon zamanlarda gerek danışanlarımda gerek çevremde sıklıkla karşılaştığım bir cümle bu. Katılmış olunan eğitimler, seminerler hatta seanslar sonrası kişiler farkındalıklarının arttığını, bunun oldukça etkileyici bir aşama olduğunu ancak sonrasında hayatın aynı şekilde devam ettiğini vurguluyorlar. Bahsi geçen konular etkisini zaman içinde yitiriyor, öğrenilenler gündelik hayatın stresi içinde kayboluyor, alınan kararlar ise uygulanamadan vazgeçilip kaldığı yerden yaşamaya devam ediyor kişi. Üstelik eskisinden de zor geliyor ona kaldığı yerden devam etmek, çünkü farkındalıkları nedeniyle artık “o”, “eski o” değil. Artık hayatında ve kendi içinde olup bitenleri daha net algılayan, neyi isteyip neyi istemediğini ayırt eden, yeni kararlar almış biri o. Peki ne oluyor da kişi bu aşamaya kadar gelip bir sonraki adımı atma kısmında takılıp kalıyor? Tüm kişisel gelişim eğitimleri ve bu amaçla gelişmiş olan görüşme modellerinin temel amacı elbette ki katılımcının farkındalık seviyesini arttırmak. Süreç boyunca farkındalığın oluşması ile beraber güçlü yanlarını anlama, engellerini görebilme, inanç kalıplarını ayırt etmeye başlama, olumsuz düşünce alışkanlıklarını tespit etme gibi farklı düşünce sistemlerine aşinalık kazanarak kişi sorunu tanımlamakta daha gerçekçi çözüm bulmakta ise daha yaratıcı ve olumlu yaklaşımlar sergileyebiliyor. Bu yaklaşımlar ne kadar derin farkındalıklar üzerine inşa edilirse, ne kadar sık deneyimlenirse ve ne kadar hayata geçirilirse o kadar kalıcı bir hal alarak kişinin kendisini olumlu yönde değiştirmesine sebep oluyor. Yani işin özü, bu bir zincirleme reaksiyon; önce farkındalık yaşıyorsunuz, sonra bu farkındalıktan sonuçlar çıkararak yeni kararlar alıyorsunuz, bu farkındalıklar, kararlar silsilesine alıştıkça düşünme şekliniz değişiyor, yeni düşünce yaklaşımınızı ne kadar hayata geçirirseniz de o kadar kalıcı sonuçlarla karşılaşıyorsunuz. Zincirin her bir halkasında farklı sebeplerle takılmak mümkün, ancak genel inanışın aksine bu eğitim, seans vb. deneyimler farkındalık konusunda yararlı ancak uygulamada yetersiz kalan modellerdir demek oldukça yanlış olacaktır. Bugün özellikle sıkça karşıma gelen son basamakta takılmanın sebepleri üzerinde durmak istiyorum ki yüzüp yüzüp kuyruğuna gelenler son bir kulaç daha atsınlar. Biraz önce de belirttiğim gibi yeni kararlarımızı hayata geçirebilmenin ilk koşulu farkındalığımızın oluşması. Farkındalık ise katmanlardan oluşan bir yapı gibi düşünülebilir. Her bir farkındalığı lahananın bir yaprağı gibi düşünürsek merkezine inmek için tek bir farkındalık yeterli olmayacaktır. Dolayısıyla öncelikle harekete geçmek için yeterli farkındalık seviyesine ulaşıp ulaşmadığımızı değerlendirmekte fayda olabilir. Üstüne üstlük farkındalık coşku uyandıran bir duygu durum yarattığından birkaç farkındalık ile “ben oldum” heyecanına kapılmak ve aceleci bir şekilde sonuçlar yaratmak istemek süreçte karşılaşılabilecek durumlardandır. Bu farkındalıkları değerlendirirken yeni aldığımız kararı hayata geçiremememizin altında yatan sebepleri 2 ana başlıkta inceleyebiliriz. Mevcut durumun artıları ve yeni durumun eksileri. Kısacası her ne kadar ilk dalga farkındalıklarımızı deneyimlemiş olsak da; bu farkındalıkların yeterli aşamaya ulaşmaması durumunda kararlarımızı uygulamaya geçirirken aklımızdan koskoca bir şekilde belirecek 2 büyük soru işaretini cevaplamamız gerekecektir. Aklımızı ilk kurcalayacak soru şuan hiçbir şeyi değiştirmesem bile içinde bulunduğum durumda işime gelenler neler? Bunlardan vazgeçmeye hazır mıyım? Diğeri aldığım kararı uygulamam sonucu oluşacak yeni düzenin şimdikinden daha iyi olacağının garantisi var mı? Ya daha kötü olursa, ya çok zorlanırsam, ya başarısız olursam vb. İşte bu soruların cevaplarını; hala sizi endişelendiren senaryolar üzerinden veriyorsanız, düşünmesi bile sizi geriyorsa, korkularınız ile şans için dua eder halde buluyorsanız kendinizi, harekete geçmek için dış koşulların uygun pozisyona gelmelerini bekliyorsanız; bu bazı farkındalıkları yaşayarak bu noktaya kadar gelebildiğiniz için kendinizi takdir etmenizi, ancak düşünce sisteminizi henüz değiştirmediğinizi, yolculuğunuzun devam ettiğini gösteriyor olabilir. Her dalgıç ilk 3 metresinde bu kadarı yeterince güzelmiş deseydi, okyanusları hiç tanıyamamış olurduk. Tek yapmanız gereken devam etmek ve dönüp baktığınızda dönüşen hayatınızın tadını çıkarmak.
Devamını OkuSÖMESTR TATİLİNİ FIRSATA ÇEVİR Çocuklar ve gençler için yılın en güzel zamanlarından biri… Enerji ile dolu gençlerin okulun stabil düzeninden çıkıp özgürce vakit geçirebildiği bir zaman aralığı. Ancak bu dönem yaz tatili kadar da rahat değil çünkü ebeveynler çalışmaya devam ediyorlar bu süreçte. Peki ne yapsak da bu yıl ki tatili en iyi şekilde değerlendirsek? Ne yapsak da bizi çok zora sokmasa, çocuklarımız içinse unutulmaz ve faydalı bir dönem olsa? İşte; aileniz için soğuk kış günlerine denk gelen bu tatili sıcak mı sıcak bir hale sokacak öneriler: Soru-cevap oyunu:Yıl boyunca iş hayatı nedeniyle biz, eğitim hayatı nedeniyle de çocuklarımız bir koşuşturma içerisinde günlerin akıp gitmesini takip ediyoruz. Bu sırada hepimizin hayatlarında birçok gelişme oluyor. Biz kendimizin, eşimizin ve çocukların yaşanmışlıklarına her ne kadar tanık olmak istesek de bazen yoğunluklar yüzünden atladıklarımız olabiliyor. Bu yıl ki tatili bu amaçla değerlendirmek oldukça yakınlaştırıcı olabilir. Mevsimin kış olmasının da getirdiği, biraz daha ev içi aktivitelerin tercih edilebileceği bu dönemde soru-cevap oyunu oynamak hem eğlendirici hem de paylaşımı arttırarak yapıcı bir seçenek olabilir. Birlikte hayal kurmak:Stresten biraz daha uzak bu tarz zamanlarda bir akşamınızı televizyonda vakit geçirmek yerine ailecek hayal kurmaya ayırabilirsiniz. Herkes tek tek sıra ile hayallerini anlatabilir, ya da ailecek kurulabilecek bir hayal için her aile ferdi katkıda bulunabilir. Hatta bu hayali gerçekleştirmek adına herkesin üstüne düşenler konuşulabilir. Bu sorumluluk duygusunun gelişmesi anlamında da yararlı olabilir. Aile içi geleneksel gün yaratmak:Ailelerin kendi içinde özel günlere, alışkanlıklara, sözlere, hareketlere sahip olması aidiyet duygusu, bütünün parçası olmak ve katkı sağlamak açısından faydalıdır. Bu nedenle böyle zamanlarda her sene tekrarlayabileceğiniz, herkes için bir anlam taşıyan özel bir gün için birlikte hazırlık yapmak, bu süreçte bir arada kaliteli zaman geçirmek, odağın sadece aile fertlerinde olması tarafların kendilerini özel ve değerli hissetmelerine ve aile değerlerinin yükselmesine katkı sağlayabilir. Bir öneri hakkı:Bu tatilde aile üyelerinin her biri gerçekleştirmek istediği bir aktivite ile ilgili öneriyi sunar, önerilerden her sene bir tanesi veya koşullar uygunsa her üyenin bir önerisi hayata geçirilebilir. Böylece aile üyeleri birbirlerinin zevkleri konusunda anlayış geliştirerek daha uyumlu bir davranış rol modeli oluşturulabilirler. Takdir oyunu:Aile fertleri bir araya toplanır. Herkes sıra ile birbirlerinde takdir ettikleri durumları, olayları ve detayları paylaşabilirler. Böylelikle bir taraftan son okul döneminin değerlendirilmesi yapıcı bir şekilde yapılırken bir taraftan çocuklar güçlü yönlerini fark edebilir ve gelişebilecek yönlerini anlamak konusunda açık olabilirler. Gördüğünüz gibi bu önerilerin çoğu için tek ihtiyacınız olan ailecek bir arada zaman geçirmeniz. Bu seçenekler sizi maddi anlamda zorlamayacak, işten dönüşte akşam uygulanabilecek, yüksek fiziksel efor gerektirmeyen ama ailecek sizi oldukça yakınlaştıracak, fertlerin birbirlerini daha iyi anlamalarını, daha yakından tanımalarını ve birlikte keyif almaları için ön koşullara ihtiyaç duymalarına gerek olmadığını fark edebilecekleri öneriler. Bu sene alışveriş için koşulan avm’ler, aile ile çocukların ayrı zaman geçirdiği oyun parkları, birkaç güne sıkıştırılmış tatiller yerine bu önerileri denemek istemez misiniz?
Devamını OkuKendimize söz verip başlayamadığımız diyetler, sağlıklı yaşama kararı üzerine yürüyüşe başlama kararımız ve ertelemeler, ailemizi daha sık ziyaret etme isteğinin hayatın yoğunluğu ile bir süre daha askıya alınması, o hep aklımızda olan kursu bir sonraki döneme bırakmalar, partnerimizle bir hafta sonunu kendimize ayırma isteği ile planlanan ama gerçekleşmeyen tatiller… Bu uzun listenin her hafta başı, her aybaşı, her özel gün sonrası, her tatil öncesi tekrar canlanması, tekrar kendimize verilen ama tutmakta zorlandığımız sözler… Tanıdık geliyor mu? Bu yıl her şey bambaşka olsun, bu yıl dileklerimizi gerçekleştirmeye başladığımız yıl olsun ister misiniz? Araştırmalara göre uzun, sağlıklı ve mutlu bir hayat yaşamak için yapılması gerekenler; düzenli bir uyku sistemi, sağlıklı beslenme, egzersiz, kötü alışkanlıklardan uzaklaşma ve stresten uzak durma. Bunları kaç kere, kaç mecrada duyduk, kaç kere karşımıza çıktılar ve biz duyduklarımız, okuduklarımızdan sonra kaç kere bu konular üzerinden kararlar aldık kim bilir? Ancak son araştırmalar gösteriyor ki, uzun-sağlıklı-mutlu hayatın gerekenleri sıralamasında bu bahsi geçen faktörler ne kadar önemli olsa da bunların üzerine çıkan çok daha elzem iki konu var. Bunlardan birincisi sevildiğini hissetmek, diğeri ise sosyal iletişim halinde kalmak. Yani bir açıdan yalnızlık ve sevgisizlik bizi kötü alışkanlıklarımızdan daha sağlıksız daha mutsuz kılıyor. Sevdiklerimizle zaman geçirmek, onlara zaman ayırmak, her gün otobüs durağında gördüğümüz kişiye selam vermek, kahve servisi yapan personele nasılsın demek, iş arkadaşımıza akşamının nasıl geçtiğini sormak, eski bir tanıdığa bir mesaj atmak belki de bizi düşündüğümüzden de olumlu etkileyecek. Bu durumda yeni yıla birkaç gün mesafedeyken bu yılın listesini yapmaya davet etsem sizi, yeni listeniz nasıl olurdu? Şimdi bir de eski listeleri alalım elimize, tek tek üstünden geçelim… Bu listede hangi maddeler sizin gerçekten gönülden istedikleriniz? Hangileri başkalarının olması lazım dedikleri? Ayırt edebiliyor musunuz? Kaçı endişelerinizin çözümü olarak eklenmiş o listeye, kaçı kendinizi onun hayalini kurarken yakaladıklarınız? Bu sorular doğrultusunda bir eleme yapsaydınız elinizde kalan liste daha kısa olur muydu? Gerçekleştirmek için daha istekli olur muydunuz? En önemlisi heyecanla sabırsızlanmaya başlar ve hemen başlamak istiyorum dedirtebilir miydi size? Kısacası kendinizi yakından tanıyıp ne istediğinizi net olarak bilmeniz, başkalarından duyduklarınızın kulaklarınızdan silinmesi ve korkularınızı bir kenara bırakabilmeniz; ertelemelerinizi, bahanelerinizi, isteksizliklerinizi önemli ölçüde azaltabilir mi? O zaman bu yeni yılı; yeni beni tanımaya, geliştirmeye, anlamaya ayırsak? Bir yılın sonunda hayatımız, bakış açımız, kararlarımız, ilişkilerimiz, davranışlarımız ne oranda değişebilir? Bundan sonraki yılların listeleri ve bu listelerin hayata geçirilme oranı ne kadar değişir peki? O zaman sizleri tekrar yeni yılın listesini yapmaya davet ediyorum. Bu yeni yılı öyle bir yıl yapalım ki, iyi ki yaşamışım, iyi ki yeni bir ben yaratmışım diyebilelim. Herkese tüm dileklerini gerçekleştirebildiği mutlu, huzurlu, sağlıklı bir yıl diliyorum.
Devamını OkuBirlikte olduğunuz kişi ile başta işler fena gitmiyordu. Sizi rahatsız eden birkaç ufak konu vardı ama o kadar mutluydunuz ki bunlar konu edilecek kadar önem taşımıyordu. Derken zaman geçti ve şikayetler büyüdü. Başta kibar kibar ifade edilen rahatsızlıklar, sonradan şakalaşmalarla imalara, daha sonra ise öfkeli ultimatomlara ve en sonunda yükselen sesler eşliğinde patlamalara dönüştü. Partnerinizin ise hala kılı kıpırdamıyor, hiçbir değişiklik yok. Peki ne olacak bu ilişkinin hali? Böyle devam mı edeyim yoksa değişmezse çekip gideyim mi? Bu güne kadar ne yollar aldık, neleri değiştirdik, burada nasıl oldu da bu kadar takılıyoruz? Birkaç şeyi değiştirseydi ne kadar güzel olacak oysa herşey… Konu partnerlerimizi değiştirmeye gelince, önce seçimlerimize bir göz atmanın faydası olabilir. Tanıştığımız zamanlarda ne kadar da neşeli ve esprili, ben de hep pozitif birini istiyordum derken, şuan tartışmalarınızın konusu; partnerinizin kavga ederken bile şakalar yapması ve konuları ciddiye almaması olmuş olabilir mi? Veya çok sosyal biriydi, herkesle iyi geçinen, saygılı bir tavrı vardı diyerek etkilendiğiniz kişi bugün arkadaşlarına, ailesine hatta yeni tanıştıklarına bile düşünceli davranırken siz kendinizi ilgisiz kalmış hissediyor olabilir misiniz? Hatta o çok çalışkan ve sorumluluk sahibi hali size, işte tam da evlenilecek biri dedirtmişken bugün akşam yemeklerini yalnız yemek canınızı sıkıyor olabilir mi? İşte tam da bu noktada fark etmemiz gereken ilk nokta hepimizin paketlerden oluştuğu. Neşeli paketi, sorumlu paketi, sosyal paketi… Bu nedenle de başta duygularımızın kaynağı olan bir özelliğin bugün ilişkide farklılaşmasını bekliyorsak burada durup düşünmemiz faydalı olabilir. Bir diğer önemli nokta ise; “Kişiler değişmeye değil, değiştirilmeye karşıdırlar.” Yani siz partnerinizin şuan ki halinden çok memnun olsanız bile herkes hayatın içinde sürekli bir değişim halindedir. Bu değişimin ne oranda sizi memnun edecek bir formda olup olmadığı ilişkinizin temel yapı taşları ve dış etkenler ile doğru orantılıdır. Dış etkenler üzerinde bir kontrolümüz olmadığına göre konunun sizin etki alanınızda olan kısmına inelim. İlişkinizde güven, arkadaşlık, birlikte gelişmek, birbirine katkı sağlamak, ortak anlamlar oluşturmak, ilişkide kendini özel ve değerli hissetmek gibi olgular ne kadar yerine oturdu ise tarafların birbirlerinin taleplerine açık olma ihtimali de o kadar açık olur. Bir diğer deyişle karşınızdaki kişiyi ne kadar iyi tanıyorsanız, onun duygularını ve düşüncelerini ne kadar yakından fark edip anlamlandırıyorsanız o kişiyi o kadar iyi anlar ve sizden gelen talebine o kadar hak verebilirsiniz. Sevdiğiniz partnerinizin şikayeti altında bir kırgınlık, üzüntü, öfke olduğunu fark eder, güveniniz sayesinde sadece bencil bir talep olmadığına karar kılabilir ve karşı tarafı mutlu etmek adına neler yapabileceğinizle ilgili alternatifleri düşünmeye o oranda istekli olursunuz. Elbette değişim, partnerinizin kaynakları ile doğru orantılı olarak birebir talep edilen şekilde gerçekleşmese de uzlaşma anlamında büyük fark yaratacaktır. Burada üzerinde durulacak son ve fikrimce en önemli noktalardan bir diğeri ise taleplerinizi ve/veya şikayetlerinizi nasıl dile getirdiğinizdir. Ne söylediğimiz değil nasıl söylediğimizin önemli olduğu inancı ile birçok yerde karşılaştığınıza şüphem yok. İletişim konusunda birçok yayın, eğitim ve yaklaşım mevcut. İlgilenenler için oldukça kapsamlı bir envantere ulaşılabilir. Ben fikrimce buradaki en kritik noktayı vurguladığını düşündüğüm bir söylem ile bitirmek istiyorum yazımı. “Zerafet içermeyen dürüstlük zalimliktir.”
Devamını OkuGüzel günler eskisi kadar sık gerçekleşmiyorsa, bakışları sizi ilk gün ki gibi heyecanlandırmıyorsa, tartışmalı günlerin sayısı tahammül edebileceğiniz sınırın üstüne çıkmaya başladıysa, “ayrılmalı mıyım?” sorusunu ufak ufak aklımıza getirmeye başlıyoruz hepimiz. Ayrılmalı mıyım, yoksa ilişkimi hala kurtarabilir miyim acaba? Ayrılıktan konuşmadan önce filmi biraz daha geriye sarıp baştan başlamak istiyorum. Hepimiz değerleri olan varlıklarız. Bazı olguları diğerlerine oranla daha önemli buluyoruz. Şimdi size farklı kavramları vurgulayan 10 tane kelime saysam; sevgi, saygı, adalet, güven, özgürlük, sadakat, aile huzuru, maddi rahatlık, özgüven, sağlık; bunların hepsi hayatımızda bulunmasını istediğimiz kavramlardır. Ancak hayat şartları gereği mecbur kalsak, bunların içinden 3-4 tanesi sıyrılacak, diğerleri ise zorunlu bir durumda daha kolay vazgeçilebilir olacaktır. Hepimizin listesinde üst sırada olanlar ile vazgeçebildiklerimiz ise birbirimizinkinden farklı olacaktır. Kısacası önceliklerimiz farklı olacak. İşte bu öncelikler hayatımızın birçok alanında belirleyici rol oynarlar. Karar alışımızdan aşık oluşumuza, motive olma şeklimizden ayrılık kararımıza kadar… İşte tam da bu noktada ilişkileri bitirme noktasında 2 farklı yaklaşımın çiftlerde gözlemlenebildiğini belirtmekte fayda görüyorum. Çeşit ayrılık: İlişki olumlu bir seyirde gitmesine ve yıpranmışlık payının yüksek olmamasına rağmen kötü bir olay sonucu aniden alınan ayrılık kararı ile biten ilişkiler. Çeşit ayrılık: Çok kırıcı veya yıpratıcı bir olay yaşanmamış olsa da; ilk anlardaki heyecanın kaybedilmesi, duyguların değişiklik göstermesi ve monotonlaşma gibi etkenlerden kaynaklı, gittikçe düşen bir mutluluk ve tatmin seviyesinin olduğu, ilişkinin daha iyiye gidebileceğine duyulan güvenin ve emek harcamaya duyulan isteğin azalması ile alınan ayrılık kararı ile biten ilişkiler. Eğer ikinci grupta iseniz; içinize bir nebze daha fazla su serpmek isterim, çünkü değerler değil, alışkanlık ve davranış kalıpları temelli problemleri çözmek adına günümüzde üzerinde çalışılan birçok yaklaşım, yayın, eğitim ve terapi mevcut. Ve bu yaklaşımların olumlu sonuçlar doğurduğuna dair bulgular da oldukça yüksek. Burada dikkat edilmesi gereken püf noktası; olumlu sonuçlar alabilmek için, çiftlerin zaman, emek ve enerji harcama konusunda istekli ve bu yatırımlarının ilişki için yeterli ve faydalı olacağına dair sabırlı ve ümitli olmaları. Fakat birinci grupta yer alıyorsanız; burada işler biraz daha limitli bir hal alıyor diyebilirim. Çünkü biraz önce bahsi geçen değerlere saldırıldığı hissedilirse ve/veya bu değerlerin fazlasıyla karşıtı bir görüş-davranış ile karşılaşılırsa, taraflar ayrılmayı en doğru tercih olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla bu konuda olumsuzluk yaşayan bir çifte müdahale alanı oldukça kısıtlı kalabiliyor veya bu konuda yardım almak, konu üzerinde paylaşımda bulunmak çiftler arasında gündeme bile gelmeden alternatif dışı kabul edilebiliyor. İkinci grupta yer alan çiftler veya bireyler için kendini tanımak, partnerini tanımak, ilişkiyi ve tarafları geliştirmek adına eğitim, seans ve yayınlar oldukça ümit vadeden seçeneklerken birinci grupta yer alanlar için bu alternatifleri geç olmadan değerlendirip temelleri sağlam oturtmakta yarar olabileceği kanısındayım. Bu noktada birinci gruba, olası olumsuzluklardan kaçınmak adına birkaç öneriyi listelemek isterim. Eğer mevcut bir ilişkiniz yok ise; potansiyel ilişkiniz için partner adayınızın değerlerini fark etmeye ve onu yakından tanımaya yeterli zamanı ayırmak iyi bir yaklaşım olabilir. Değerlerin mümkün olduğunca uyuştuğu çiftlerin bu anlamdaki risklerden biraz daha uzak olduklarını söylemek çok da yanlış olmaz. Eğer mevcut bir ilişkiniz var ise; değerleriniz çok da uyuşmuyorsa, bu durumda bu başlıkların tarafları ayrılığa götürebilecek unsurlar olduğunun farkında olarak konulara daha hassas yaklaşmak, çözüm odaklı iletişim modelleri yerine karşılıklı anlayış ve destek ile süreç odaklı modelleri tercih etmek çiftleri olası istenmeyen sonuçlardan koruyabilir. Değerlerin uyuşmadığı alanlar tabii olarak anlaşmazlıkların yaşanabileceği zeminler hazırlasa da tarafların farklılıkları olduğunun bilincinde yaklaşımlarla beklentilerini bu doğrultuda şekillendirmeleri ilişkinin devamı, huzuru ve dengesi açısından faydalı olabilir. Eğer mevcut ilişkinizde değerleriniz saldırıya uğradıysa veya siz partnerinize böyle bir durum yaşattıysanız; sonucu büyük ihtimalle ayrılık olmuş veya bu sürecin içine girmiş olabilirsiniz. Bu durumda yaşananlardan ders çıkararak, en azından yaşanmışlıklar altında yatan sebepleri fark etmek hem pişmanlık, suçluluk, öfke, nefret gibi duyguların önüne geçecektir, hem de gelecekteki ilişkilerinizde size rehber olacaktır.
Devamını Okuİnsanoğlunun derdi hep aynı. İki sorunun cevabını arayıp duruyoruz. “Seviliyor muyum?”, “Değerli miyim?” Konu romantik ilişkiler olunca bu sorunun cevabı için de şahane zeminimiz hazırlanmış oluyor adeta. Ne de olsa iki insanı kendi tercihleri doğrultusunda, sevgi dışında başka hiçbir amaç gütmeksizin bir araya getiren herhangi bir birliktelik türü yok bu anlamda. Pekiyi, iş düşüncelerimizden, inançlarımızdan, temennilerimizden çıkıp uygulamaya geldiğinde de böyle mi oluyor gerçekten acaba? Biz sevildiğimizin cevabını bu kadar net almak istediğimiz bir ortaklıkta ne oranda sevgi dışındaki ajandalarımızı bir kenara ayırabiliyoruz? Başından başlayalım, yalnız olduğumuz günlerden… Evde tek başına film seyredip yalnız yemek yerken hissettiğimiz duygulara biraz odaklanalım. Sonra dışarda el ele göz göze sevgililere tanık olduğumuzdakilere. Sadece tek başınalığın ağırlığı altında keşke bir sevgilim olsa demiş olabilir miyiz? Uyurken bana sarılacak, başımı omzuna yaslayıp günün yorgunluğunu onun omuzlarına bırakabileceğim biri kulağa nasıl geliyor? Ya da arkadaşınız sizi alındıracak bir şey söylediğinde; “Aaa olur mu bir tanem, sen harikasın, o seni kıskandığı için öyle söylemiş” diyen, sizi koşulsuz destekleyecek biri için ne düşünüyorsunuz? İşi bir adım daha ileriye alalım. Maddi olarak güvenebileceğiniz biri nasıl olurdu? Ya da sosyal anlamda sizi o hep istediğiniz seviyeye taşıyabilecek bir sevgili ya da eş? Veya o herkesin rüyalarını süsleyen yakışıklı sizi seçmiş olsa bu size bugün kinden farklı ne hissettirirdi? Hatta görüşmeye başlayalı 3 ay olmuşken size evlilik teklif etse de artık şu “tercih edilmemiş bekar” etiketini hızla ve zevkle söküp atabilseniz? Bu hızla evlilik teklif eden biri o hızda da çocuk ister kesin, eee kızlar “buldun da bunuyosun” derler böylesine, sen kaçırırsan başkası kapar diyen annenin, arkadaşlarının sözüne kulak ver bari, hemen atlayalım! Atlayalım da, biz neye atlıyoruz farkında mıyız??? Hani nerede o bizim önceliğimiz olan sevgi? Dahası bunların çoğunda karşımızda gerçek bir insan evladı bile yokken beklentiler listesi uzayıp gidiyor. Bu beklentiler yanlış! Bunları silip at kafandan demiyorum. Dediğim şu, bunlar dediğimiz listenin adı ikincil kazanç, o nedenle ilk olarak öncelik sevgi mi ikincil kazançların mı diye soruyorum? Eğer öncelik sevgi değilse, ikincil kazançlarım bana yeter diyorsan; başkasının önceliği olmayı, onun seni çok sevmesini ne oluyor da bekliyorsun? Burada bir çelişki yok mu sana göre de? İkinci olarak da, bu listenin karşısında çoğu zaman bunları karşılayacak reel bir kişi olmaksızın oluşuyorsa liste, o zaman bunların karşı tarafla ilgisi ne? Acaba tüm soruların ve ihtiyaçların cevabı sende mi? Eğer durum bu olabilir diyorsan karşına kim gelse sen bu beklentilerini, sevgiyi, şefkati, takdiri, emeği, desteği kendine veremezken, yani henüz sen kendini sevmiyorken başkası seni ne şekilde sevecek? Dahası sen başkasını ne şekilde seveceksin? İlişki içinde bazı beklentilerin ve iki kişiyi de sevgi dışında besleyen faktörlerin olması elbette çok güzel. Ama sanırım bu faktörlerin sevmek ve sevilmekte direk bir rolü olmadığını anlamak belki de yürekten sevmeye tekrar başlamak için harika bir yol. Tabi ben öyle kendi kendime düşünüyorum. Kendime “kızım sana söylüyorum” diyorum ama gelinim sen anla…
Devamını Okuİlişkinizde bir süredir devam eden tartışmalardan yoruldunuz, sevildiğinizi hissetmeyeli oldukça zaman oldu, kırgınlıklar biriktikçe birikti ve üstesinden gelinemiyor, artık konuşamıyoruz bile, bambaşka insanlarız diyorsunuz ya da en son güzel, dolu dolu ilişkim ne zamandı hatırlayamıyorum, tam işler yolunda giderken aramayı sormayı kesti anlam veremiyorum, doğru insanlarla nerede tanışılır, onlarla nasıl konuşulur bilemiyorum, zamane erkekleri-kadınları çok farklı o anlamlı ilişkiler eskidenmiş diyor olabilirsiniz. İster bir ilişkinin yokluğundan ister varlığından muzdarip olun, tüm bu serzenişlerin sonunda; doğal olarak etkisi hemen gözlemlenecek bir taktik, işe yararlılığı kanıtlanmış stratejiler, sizin endişelerinizi bir anda silip atacak yerine sonsuz bir garanti ve güven hissi yaratacak formüller arayışında olabilirsiniz. Pekiyi mutlu bir ilişki için gerçekten de böylesi taktikler mevcut mu? Araştırmalar gösteriyor ki insan beynine saniyede 2000000 bit veri akışı sağlanmakta, ancak beyin kapasitemizle doğru orantılı bir biçimde biz bu verilerin yalnızca 168000 bit ini algılayabilmekteyiz. Elbette bu 2000000 bit verinin içinden hangi 168000 bit veriyi algıladığımız da kişiden kişiye değişiklik göstermekte. Yani en basit açıdan buna bir örnek verecek olursak “boş bir su bardağı”nı aynı anda aynı açıdan aynı şartlarda gören 10 kişinin 10 u da farklı şeyler görüyor ancak buna boş su bardağı diye hitap ediyor olacaktır. Tam da bu noktada konuyu biraz daha derinleştirmekte fayda olabilir. Tahmin edersiniz ki gördüğümüz, algıladığımız tek bir bardak bile onu gören insan sayısı kadar farklı versiyonlarda aklımızda kaydediliyorsa bu durumda sizin serzenişte bulunduğunuz sevgi, ilgi, aşk, tartışma, kırgınlık, ayrılık, aldatma, tanışma gibi olgular ne kadar farklılaşabilir? Sizin sevgi diye tanımladığınız şey acaba karşı tarafta sizin tanımınıza ne kadar yakındır? Durum böyle olunca nasıl olurda “kaç mesaj atarsanız size bağlanır, ne giyerseniz etkilersiniz, ne söylerseniz aşk duygusu uyandırır ve hatta partneriniz ne yaparsa kırgınlıklar biter yada tartışmalar sonlanır” gibi taktikler bu konularla ilgili her biri birbirinden bambaşka anlamlara sahip olan kişilerde işe yarayabilir? Sanırım milli piyangonun size çıkmasından bile düşük bir olasılığa sahip… Zorluklardan geçerken sabırsız, dayanıksız, güçsüz hissediyor olmak ve bunun sonucunda acil ve işe yarar çözümlere odaklanmaya meyil etmek oldukça doğal. Ancak bu çözümlerin işe yaramayacağını, işe yarasa da sürdürülebilir olmayacağını bilirseniz hala onları seçer miydiniz? “Seçmezdim elbette” diyenler için müjdem var! Elbette çaresiz değilsiniz. Çözüm öncelikle kendinizi tanımaktan, ne istediğini anlamaktan geçiyor. Kimsiniz, ne gibi kaynaklara sahipsiniz, ne istiyorsunuz ve mevcut ilişkide sizi mutlu eden nedir? Daha sonra da aynı soruları partneriniz için düşünmeye başlayabilirsiniz. Evet bir hap alip sabaha zinde uyanmak kadar hızlı bir yol değil ama bu yolun sonunda sizi ve partnerinizi; ne oldu da birlikte olduğunuz kişileri seçtiniz, onlarda sizi ne mutlu ediyor yani ne şekilde sevildiğinizi anlıyorsunuz, ne oluyor da başkasının kırılmayacağı bir şey sizi bu kadar etkiliyor gibi ilişkiye has başlıklardaki anlamlar için net cevaplar bekliyor olacak. Bu cevaplarla yeni alternatiflerin hızla kendiliğinden ortaya çıkışını rahatlıkla gözlemleyebilir, bu alternatiflerle ne yapacağınıza kendiniz karar verebilirsiniz. Kısacası istek, emek ve zaman alır; karşılığında sadece sizde işe yarayan, sizin karar verdiğiniz, özenle yarattığınız, yaratıcı ve özgür kendi yollarınızı oluşturacak farkındalık verir. Seçim elbette sizin… CEREN YILMAZ
Devamını OkuAldatanları sihirbazlara, aldatılanları da seyircilere çok benzetmişimdir hep. Ne zaman sihirbazları seyretme fırsatı bulsam bana adeta bir ilişkide yaşanan aldatma döngüsünü adım adım çağrıştırırlar. Sihirbazlık bir yanılsama sanatı bildiğiniz üzere; ya başkasını kandırdığınız ya da bazen kendi kendinizi kandırdığınız. İlişkimizde her şey yolunda gidiyor, kesinlikle ben hatalı taraf değilim, böyle sorunların her ilişkide olması normaldir… Hepimiz ne kadar yetenekliyiz sihirbazlık konusunda şimdiden görmeye başladığınıza eminim. Gerçeğe bakış açımızı değiştirmemizle algımızın değişmesi prensibinden yola çıkıyor bu sanat dalı. Bu gün çok güvenli, rahat ve huzurlu ilişkimizde birkaç dinamik değişince ilişkiye bakış açımız değişir ve bize eskisi kadar mutlu, tatmin, sevgi dolu gelmez yaşananlar. Odaklanmakta zorlanmak çok doğal. Hayat bazen çok gürültülü ve kalabalık olabiliyor. Tüm bu karmaşanın arasında senin için önemli olana odaklanmaya çabalarsın. Önemli olanların mutluluğu ve rahatı için daha çok çalışır, daha çok kazanmaya çabalar derken bir bakarsın ki bu çabayı neden gösterdiğini bile unutacak kadar uzaklaşmışsın en önemlilerin gözünün önünde durduğunu fark edemeden yeni maskelerin sayesinde. Ve başlar kaçış planının hazırlıkları. Kaçış hayali bizim her gün ki hayatımızdan, günlük rutinlerimizden, sıkıcı işimizden, bunaltan ilişkimizden uzaklaşma sözü verir sanki bize. İşte tam da bu nedenle çok çekicidir, çünkü süprizlere açızdır adeta. Bilmediğimiz şey ise bir sonraki adımda ya da gelecekte ne olacağı ki bu da bizi tam anlamıyla canlı hissettiren faktördür aslında. Geleceği bilmiyoruz ve bu heyecan uyandırıcı. Bir taraftan falcıları da seviyoruz. Kim savaşa gitmeden önce yıldızlara sormak istemez ki… Ama falcıya sorduklarımız aslında gelecekle ilgili değildir, şuan ile ilgilidir. Kaçmak istediğimiz nedir, bizim süprizlere aç halde olmamızın altında ne yatıyor, gelecekten şu anın bize veremediği neyi bekliyoruz? Bu durdurulamayan sürpriz isteği ve geleceğin bilinmezliğine beslenen yüksek umutlar sayesinde bir bakarız hepimiz aynı durumlarla karşı karşıya kaldığımızda kendimizi sihirbaz olmak ister halde buluruz. Ancak sihirbazlık öğrenmek sürekli tekrar ister, günler, aylar hatta bir ömür süren tekrarlar. Bir nevi takıntı hali bile diyebilirsiniz. Eğer dikkatli olmazsanız bir bakmışsınız buna ayırdığınız zamanda kaybettiklerinizi gidene kadar fark edememişsiniz… Seyircilerin amacı ise sizi kandırmak ya da oyalamak değildir. Tıpkı ilişkideki aldatılan taraf gibi onun tek amacı şüphesini giderecek gerçeği bulmak, ortaya çıkarmak ve sizi ifşa etmektir. Her hareketinizi dikkatle izleyip neyi nasıl yaptığınızı anlamaya çalışır. Adım adım takip ederek bir sonraki hamlenizi tahmin etmeye kalkışır. Ve genelde de yanılırlar… Ancak sihirbazlar arasında meşhur bir söylem vardır; “sihirbazlar boş bir kasayı korur.” Ki doğrudur da, çünkü kasadaki tek şey sihirdir ve herkesin bildiği gibi sihir gerçek değildir. Gerçek dünyada ise kasanın içinde ne olduğu önemlidir. Bazen bir hazine, bazen ise sırlarınız içindedir. Ama her sihirbazın hayatında perde kapanmadan önceki müzik ile yüzleştiği o an vardır. O müzik perdenin kapanacağının ve gösterinin bittiğinin habercisidir. Perde kapanır ve gerçeklerin olduğu hayata geri dönersiniz. CEREN YILMAZ
Devamını OkuYalnızlık ne mühim mesele.. Kiminle kesişse yollarınız, herkesde aynı sitem. Ama ne kadar mümkün gerçekten yalnız olmak? Hergün evden çıkıp trafiğe karıştığınızda ne kadar yalnızsınız aslında? Ya da ofiste çalışırken kaçımız gürültüden, konsantrasyonumuzun çalışma arkadaşımızın sorusu ile dağılmasından şikayet etmedik? Kaçımız mağazada sıra beklemekten muzdarip alıcaklarımızdan vazgeçip kaçmadık? Ailemizle yaşarken kaçımız ders çalışma bahanesiyle odamıza kapanmadık? Kaçımız çocuğumuz daha erken uyusa bu gece diye dileklerde bulunmadık? Ya da arkadaşlarla yemekte sohbet ederken erken bitse de gitsem diye aklımızdan geçirmedik? Sanırım kasdettiğiniz yalnızlık bu değil.. O zaman yalnızlık tek olmak mı? Peki bu ne kadar gerçek? Herkesin kendi sesi dışında konuşup duran susturamadığı bir iç sesi varken, ne kadar tekiz acaba? Yanlış olduğunu bile bile gerçekleştirdiğimiz davranışlar sonrasında bize kızan kim? Hem yapan hem eleştiren nasıl tek olabilir? O özel gece için hazırlanırken aynada `bu ne güzellik` diyen kim? O zaman kendi kendine kaldığı zamanlar, dışarıdaki kalabalık yerine içerideki kalabalıkla olmak mı yalnızlık? Yok sanmıyorum, kasdettiğiniz yalnızlık bu da değil tahminimce.. Ee o zaman kendi kendine kalmaktan şikayetiniz yok, çevrenizde hergün oluşan binlerce insanın dönüp durduğu kalabalık da sorunun cevabı değil. Aile, iş arkadaşları, gündelik akşam yemeklerinde toplanan arkadaşlar, çocuklar, hatta eşiniz veya sevgiliniz de bazen bu hisse cözüm değil. O zaman bu hissin adı ne? Aradığınız tam olarak nedir? O yalnızlık diye adlandırdığınız durum bugün hayatınızda olmasa hayatınızda bugünden farklı ne olurdu? Sevgi olabilir mi? Özel ve değerli olduğunuzu hissetmek? Kabul görmek? Anlaşılmak? Desteklenmek? Takdir görmek? Şefkat mi olurdu bugünden daha fazla? İlgi mi? Güven mi yoksa? Peki tüm bunlar sadece başkalari vasıtası ile tamamlanacak eksikler mi acaba? Yoksa insan kendi kendine de bunların hepsine ulaşacak kaynaklara sahip mi? Kendini tanıyıp, anlayıp karşılaştığı bu yeni kişiyi sevebilir mi? Herkesle hem bu kadar aynı hem de bir o kadar bambaşka olduğunu farkedip ne kadar özel olduğunu görebilir mi? Tüm tökezlemelerine karşın katettiği mesafe için kendini takdir edip bu aksaklık için kendini hoş görebilir mi? Yorulduğunda dinlenmeye zaman ayırıp kendisiyle ilgilenebilir, ne olup da bu kadar yorulduğunu anlayabilir mi? Yolu keyifle tamamlayacağı konusunda kendisine güvenerek yeni alternatifleri görmenin desteğini kendisie verebilir mi? ….Ve tüm bunlar olduğunda o kişi kendisini hala yalnız hissedebilir mi? O zaman tekrar sormak isterim, ne kadar mumkun gercekten yalniz olmak? CEREN YILMAZ
Devamını OkuSıklıkla karşılaştığım cümleler var son zamanlarda. “Mükemmelliyetçiyim ben, ne yapayım?”, “Düğünüm mükemmel olmalı”, “Mükemmel bir sunum yapmazsam olmaz”, “Mükemmel erkeği arıyorum ben”, “Evliliğim mükemmelden çok uzak”, “Çocuklarımı mükemmel yetiştirmem gerek”... Cümlelerin geneline hakim durumdayım ama bu “mükemmel” de nesi demeden edemiyorum. Ben hiç karşılaşmadım kendisiyle, herhangi bir deneyimim olmadı. Mutluyu biliyorum, tatmin, başarılı, huzurlu, keyifli bunlara da aşinayım ama mükemmeli çıkartamıyorum bir türlü. Anladığım kadarıyla romantik ilişkilerden iş hayatına, çocuk yetiştirmekten politikaya, karakterden kelime seçimlerine, beslenmeden sağlığa her alanda da ismi geçen saygın birisi bu. Anlamaya çalışıyorum nedir bu mükemmelin çekiciliği, ne varmış bu kadar herkesin istediği onda? Herkeste bir huşu, büyülenmişçesine sıralıyorlar ne kadar kusursuz, dört dörtlük, hayallerdeki gibi, eksiksiz ve hatasız oluşunu..Büyük bir merakla soruyorum herkese; siz gördünüz mü bu şahsı, tanışanınız var mı, onun olduğu bir ortamda bulunmuşluğunuz var mı? Yok! Herkes de bir sessizlik.. Adeta 7 cücelerin kayıp, kral olmasına kesin gözle bakılan, kardeşlerinden oldukça farklı, cengaver, yiğit abileri bu mükemmel. Pekiyi o zaman tanışabilmek için neler yapıyorsunuz bu şahsı muhteremle acaba, huzuruna çıkmak için ne gibi şartları yerine getirmek lazım olur, ben de deneyeyim? Hep bir ağızdan geliyor sular seller gibi cevaplar; çok çalışıyorum, eksiklerimi tamamlıyorum, yorgun-uykusuz geceler geçiriyorum, kontrolü elimde olmayan şeyleri de kontrol edebilmek için çaba harcıyorum, kimseye güvenmiyorum, tüm detayları en ince ayrıntısına kadar inceliyorum, hayatımdaki diğer şeyleri hiçe sayıyorum, keyif alabileceğim anları erteliyorum, daha stresli ve öfkeli oluyorum, kendimi ve başkalarını eleştiriyorum. Dinledikçe hatırlar gibi oluyorum, geçmişten bir şeyleri çağrıştırıyor bu bahsedilenler… Tamam, şimdi buldum! Ben tanıyorum bu mükemmeli çocukluğumdan. Gece uyumadan önce dolabımda saklandığına inandığım ve seslerini duyduğum canavar değil mi bu? O da beni yetersiz ve güçsüz hissettirmez miydi aynı şekilde? Uykusuz ve bitap düşmez miydim onun korkusu ve endişesiyle? Arkadaşlarımla oynamak yerine onu nasıl yeneceğimin planlarını yapmaz mıydım? Kızmaz mıydım sonra kendime niye böyleyim diye? Evet, iyi hatırlıyorum ve iyi tanıyorum seni mükemmel… Ve iyi ki büyümüşüm diyorum… CEREN YILMAZ
Devamını Oku